|
|
|
TIRMANIRKEN DÜŞÜYORUZ
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52@Outlook.com
Türkiye gelişme, zenginleşme, özgürleşme, çağdaşlaşma yolunda hızla tırmanmak çabasında yoğun emek harcayıp, ileriye bakışlar yoğunlaşırken biranda çıkış merdiveninin herhangi basamağından düşerek sarsılıyor, umutlar parçalanıyor…
Çoğulcu bir yönetim ideali ile Demokrasiye ulaşmak için çabalarken, karşımıza kendi ellerimizle yarattığımız çoğunluk iktidarının getirdiği tek kişinin yönetiminde Otokratik bir sistemle karşı karşıya geliyoruz… Zamanımızda son kullanılan oyların doğruluğu ve geçerliliği tarih boyu tartışma konusu olacak, bilerek veya bilmeyerek ‘Tek Adam’ yönetiminin yollarını açan herkesi Tarih yargılayacaktır. Demokrasideki düşüşümüz ve geri kayışımız bu toplumun yüreğinde kara bir duygu olarak kalacaktır.
Demokratik, Hukuk temelli bir Anayasa beklerken, karşımıza hiçbir Hukuk normu ile bağdaşmayan, her türlü ‘İnsani hakkı’ bile gasp edebilen, ‘tek Adam’ hükümranlığına yol açan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) sistemli bir hukuk yöntemi yaşamımıza giriyor… Sokaktaki yurttaşımızın bile, çoğu günlük yaşam özgürlüklerini kullanamaz duruma düşürülmeleri, toplumsal fikri ve sosyal açılımın en küçük pencerelerini bile kapar hale getirme tehlikesi taşıyor… Bu ülke, bu Cumhuriyetin kuruluşunu sağlayan TBMM’ni adeta iğdiş edip yetkilerinin büyük bölümünü bir kişiye devrediyoruz…
Özgür bir ülkede, özgür basınla sorunlarımızı ve sevgimizi paylaşıp, kalıcı çözümlere ulaşacağımız umudundayken, emirle tek yanlı hareket edip yanlı haber ve söylem üreten, tam taraflı, adeta kartelleşmiş bir basın ve yayın ortaklığıyla karşılaşıyoruz… Tek yanlı propaganda şekillendirmesiyle düşünsel blokaja uğruyoruz…
Ülkelerin kalkınmalarının, özgürlük ve Demokraside ilerlemenin dinamosu bilim üreten Üniversitelerdir. Şayet Üniversitelerde fikir üretmesi gereken insanlar korkutulmuş, sindirilmiş, susturulmuşsa, Üniversite eğitimini verdiğinizi sandığınız binlerce genç insanın beynini dolaylı yoldan çalmışsınız, iğdiş etmişsiniz. demektir. Orta Ekonomik seviyede debelendiğimiz gibi, orta zekâ seviyesinde de birbirimizi boğazlamaya devam ederiz. Zararın faturasını hepimizin, bütün ülkenin ödeyeceği kaçınılmaz bir sonuçtur…
‘Kalkınıyoruz, Dünya’nın büyük ekonomilerinden biriyiz, Kişi başı gelirimiz on bin doları geçti, herkes bizi kıskanıyor’,(herkes Türkiye’ye gıpta ile bakıyor) martavalları ile şişirilen kişisel, toplumsal ve ulusal duygular, Saman, Soğan, Sarımsak, Patates ithaline muhtaç duruma düşünce sarsılıyor, gelişme hayalleri kayboluyor… İç ve dış borçlar, her yıl verdiğimiz cari açık, her yıl ödenen yüksek borç faizi ekonominin gelişmesini prangalıyor, Türkiye ekonomisi değer ve güven kaybına uğruyor…
Bir toplumun ve ülkenin gelişiminde ‘Sosyal Ahlâkın’ reddedilemez etkisi vardır. Cumhuriyet döneminin son Yetmiş yılını sağ iktidarların yönetiminde geçiren halkımız, yoğun biçimde siyasileşmiş dinsel propaganda baskınlığında kısmi ‘Dinsel ahlâk’ çerçevesinde şekillendirilmeye çalışılırken, yaşamın her alanını kapsayan ‘İnsani Ahlâk’ unutturulmaya, yok sayılmaya çalışıldı ve belirli ölçüde hedefe ulaştılar. Son yıllardaki kadın cinayetleri, çocuk istismarları, cinsel saldırganlıklar, hırsızlık, gasp, rüşvet ve cinayet vakalarının artması yaşadığımız ahlâki yoksunluğun sonucudur… Toplumsal ahlâkı dini öğretilerle sağlayacaklarını iddia edenler ve uygulayanlar yanıldılar ve çürümenin yoğunlaşmasına katkı sundular. İnanç özlü öğretilerin yanında, daha kapsamlı ve bütüncül olan toplumsal İnsani ahlâkı yerleştirebilseydik, sosyal çürümemiz bu boyutlara ulaşmazdı…
Bu ülkenin insanları genetiğinden mi, yoksa Jeopolitiğin dayatmalarından mı nedir: Canhıraş biçimde ileri atılmak, Dünya’da her konuda söz sahibi olmak, yukarı tırmanmak isterken, ne yazık ki tırmanışı süreklilik kazanmıyor, tekrar bir arka basamağa düşüyor. Tırmanırken yaşadığı geri düşüşü toplumun beceriksizliğine, tembelliğine bağlamak ahmakça bir davranış olur yönetenlerin ucuz kurtulma taktiğidir…
Yetmiş yıllık bu iniş çıkışın temel sebebi, siyasilerin ve yönetici kadroların yönetme hakkını toplumla paylaşmak istememeleri ve Ben-Biz merkezli siyasi otorite ve yetkili olma hırsından kaynaklanmaktadır. Ama bu ülkenin insanları düşünsel ve fikirsel her türlü emeğini ortaya koyarak, önüne dikilen setleri aşacak ve tırmanırken düşme nakaratına son verecek güçtedir. Bir ülkenin yönetim ve denetim hakkı o ülkede yaşayan herkese ait olduğu unutulmamalıdır!
12/07/2018
SAKAT BELGE
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52Qoutlook.com
Kendi kendimize kötülük yapmakta bize kimse yetişemez. Karanlıkta bir tiyatro oyunu sahneledik ve üstümüze kara, kalın bir örtü çektik. İstenen değişiklikler uygulama alanına sokulursa, bu kara örtünün altında kimin kimi gırtlaklayacağı hesap dahi edilemez.
Demokrasi, çeşitli ayaklar üzerine oturan Hukuk ve Hukuka dayalı meşruiyet rejimidir. Toplum ve Devlet yaşamının, yurttaş Devlet ilişkisinin her alanı yazılı normlarla belirlenmiş, iki taraflı görevler ve sınırlar çizilmiştir.
Türkiye’nin son dört ayı yeni Anayasa tartışması ile çalındı. Avara kalmış bir siyasinin (Devlet Bahçeli) suça kılıf bulma anlamı görüntüsü veren önerisiyle, kimler tarafından ve nerede hazırlandığı bilinmeyen, Tek Adama dayalı Anayasa değişikliği önerisi gündeme geldi.
Bir ülkede yaşayan her yurttaşın en ufak noktasına kadar hak ve pay sahibi olması gereken tek şey, o ülkenin anayasasıdır. Anayasada paylar kişiye, zümreye, inanca, kökene, güce göre dağıtılmaz. Dolayısıyla, bu ortaklığın oluşumunda herkesin fikirsel katkısına da ihtiyaç vardır. Ki; bireyler gelecekte bu ortak bildirgeyi sahiplensinler, korusunlar, kurallarına uysunlar.
Önerilmesinden başlamak üzere, halktan saklanarak hazırlanması, Mecliste oldu-bitti yöntemiyle kabulü, propaganda dönemi, oy kullanım ve sayım süreci skandallarla doludur.
Meclis’in böyle bir öneriyi kabul ederek kendi varlık nedenini ortadan kaldırması ve Demokratik sisteme son vermenin yolunu açması skandaldır, suçtur.
Tarafsızlık üzerine yemin etmiş Cumhurbaşkanı’nın, Parti işaret, flama ve söylemlerini kullanırken, Devlet imkânlarını acımasızca kullanması skandaldır, suçtur.
Başbakan’ın propaganda döneminde Devlet olanaklarını Partisinin istekleri doğrultusunda kullanması skandaldır, suçtur.
‘Evet’ toplantılarına Öğrencilerin, Öğretmenlerin ve Memurların katılımını sağlamak için okulların tatil edilmesi, Belediye çalışanlarının, Devlet Memurlarının bir nevi takip altına alınarak zoraki toplantı alanlarına taşınması skandaldır, suçtur.
Kimi Valilerin, Kaymakamların, Muhtarların kamu hizmetlerini baskı aracı olarak kullanıp, ‘evet’ doğrultusunda yurttaşı yönlendirmeye çalışmaları skandaldır, suçtur.
Sandık başlarındaki görevlilerin görüntülerdeki davranışları skandaldır, suçtur.
Olağanüstü Hal durumundaki bir ülkede, Meclis mutabakatı olmadan, Parti çoğunluğuna dayanarak, Rejimi değiştirecek kapsamda bir Anayasa hazırlayıp halkoyuna sunulması skandaldır, suçtur.
Cumhurbaşkanının ve Başbakanın, Propaganda döneminde ‘Hayır’ diyecek yurttaşlar için ötekileştirici, hakaret edici, suçlayıcı bir dil kullanmaları, Devlet adamlarına yakışmayacak ölçüde skandaldır, suçtur.
Yüksek Seçim Kurulunun, özellikle başkanının oy kullanma sürecinde ve sonrasında yaptığı konuşma ve açıklamalar, YSK üst bir Hukuk kurumu olmasına rağmen Hukuk ve adaletle çelişmektedir. Başkanın beyanları skandaldır, suçtur.
TRT’nin yaptığı tek taraflı, hatta kasıtlı yayın ve yönlendirmeler kasıtlıdır, skandaldır, suçtur.
Yaşadığımız bu Hukuki temeli olmayan siyasi dramatizasyonda, zamanın nasıl işleyeceği konusunda şüpheler ve korkular var. Tek kişilik sistemlerin toplumlara yeterince hizmet üretmediği gibi, kişisel ve toplumsal hakların kısıtlanıp gasp edildiği örneklerle doludur. Oynanan bu karanlık oyun ülkenin ufkunu açamaz.
Çeşitli oyunlar içinde oylanan ve kabul edildiği söylenen bu Anayasa belgesi sakat doğmuştur. Ülkemizin bu sakatlığı kaç yılda tedavi edebileceği ise tahmin edilememektedir.
Türkiye’nin Yüz yıllık deneyimleri kişisel ihtiraslara kurban edilmemeli, toplum adımlarını geleceğe dönük atmalıdır. Bu ülke birilerinin değil, hepimizindir!
VAMPİRLERİN ARADIĞI KAN VE KARANLIKTIR
ABDULLAH AYDIN
Mitolojik bir anlatının aktörü olarak kabul edilen ‘Vampir’ efsanesinin doğuş yeri, eski çağlara dayanan Ortadoğu kültürü olup, son Yüzyıllarda Balkanlar ve Doğu Avrupa’ kültürlerinde de farklı anlatımlarla hayat bulmuştur.
Kimi kültürlerde Lânetlenmiş ve dışlanmış insanlar olarak tanımlanmıştır. Nitekim: İlk insan Âdem’in oğlu Kabil, kardeşini öldürdüğü için lânetlenmiş ve dışlanmıştır. Efsaneye göre, Vampirler ışığı sevmedikleri için gündüzleri kaybolurlar. Besinleri genellikle insan kanıdır, vücutları renk ve görüntü değişikliğine uğrayabilir. Mitolojik Vampirleri, efsanelere, masallara, kimi hikâyelere, gizemli söylemi içinde bırakalım ve günümüze bakalım.
Günümüzde, Mitolojik vampirlere rahmet okutacak boyutta vahşi davranan yeni Vampirler türedi. Bunlar sadece kişilerin değil, kitlelerin, Ulusların kanlarını emmeyi kendi varlık nedeni olarak dayatırlarken, ‘İnsan Hakları’, ‘Hukuk Devleti’, ‘Özgürlük’ gibi kutsal kavramları utanmazca kullanıp, toplumların ve Ulusların arasına her türlü nifak ve kirli ellerini sokmaktan geri kalmıyorlar…
Ulusları, toplumları birbirlerine düşürüp her türlü zenginliklerine el koyarlarken, ölüme ve açlığa mahkûm ettikleri toplumları suçlu durumunda göstermekten çekinmiyorlar… Ulusların birliğini yok etmeye çalışıyorlar…
Bölgemiz ölüm tarlalarına ve ölüm çukuru gibi. Bölgemiz insanı ağıtlar içinde gözyaşına boğulurken, sınırlar ve kent duvarları gerçek ‘Ağlama Duvarı’na dönüştü. Ölüm, kan emiciler tarafından kutsanır bir sonuç oldu adeta…
Ülkemizde bu zorlukların ve karanlık geleceğin tehlikelerini yaşıyor. Yıllardır uygulanan yanlış politikalar, yanlış yönetim anlayışı ve gelecek algısını doğru değerlendiremeyen, Emperyalizmin kan emiciliğini doğru değerlendiremeyen yönetici ve siyasetçiler eliyle hızla ölüm çukuruna doğru iteleniyor…
Bu badireyi atlatmak için tek güvencemiz toplumumuzun öngörüsü olacaktır. Tek adam peşinde koşarak toplumu uğraştıranlar, oyalayanlar ülkeyi bilinmez bir geleceğe doğru itenler tarih önünde sorumlu olacaklardır!
Bu ulusun, tarih boyu onurlu yaşamaya Yüzyıl önce ahdettiği unutulmamalıdır! Başkalarının emri altında yaşamak toplumsal karakterimize hiç mi hiç uymaz!
Şiirsel bir karalamayla yazımızı sonlandıralım:
ÖLÜM NE Kİ
Ölüm ne ki Dostlar? Şarkılarda, Türkülerde,
Sevdalı bir yolculuğun Şiirlerde, Romanlarda,
Son istasyonu mu? Masalda, Hikâyede yaşar
Yoksa yaşam kavgasının Sevdalarım, Kavgalarım!
Son raundu mu? Bir nefes Barış,
Hangi olursa olsun Bir gülücük,
Bitmez sevdalarım, Bir selâm uğruna
Bitmez kavgalarım! Kavgam var!
Sevdalıyım Bakıp görmeyenle,
Tatlı sözlü bir dile, Duyup işitmeyenle,
Sevdalıyım Söylemeyen dille
Yüreklere damlayan sevgiye. Kavgam var!
Gönül kavgam Ölüm ne ki dostlar?!
Yürek sevdam yanar Aç kalmak,
Damlayan terde. Açık kalmak değil;
Nasırlı ellerde bulurum Ruhun bedenden çıkması,
Sevdalarımı, kavgalarımı! Musalla taşında uzanmak,
Bir damla, bir katre Kefende cep aramak,
Adalettir, Soluksuz kalmak
Barıştır derdim. Değildir ölüm!
Kitap tutan, Satılmış kimlik,
Kalem tutan ellerde, Suskun dil,
Sayfa arkalarında, Esir olmuş beyin,
Satır aralarında ararım Prangalı duygular,
Sevdalarımı, kavgalarımı! Onursuz yaşamaktır
///// Ölüm!
EMPERYAL SOYTARILAR SİRKİ
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Galileo’nun dediği gibi ‘Dünya Dönüyor’, hem de ritmini hiç bozmadan. Ancak İnsanlığın yürüyüşü Dünya’nın dönüş uyumunu gösteremiyor. İnsan egosunun tatminsizliği ve sınırsızlığı beşeriyetin hayatında kimi ritim bozukluklarına, aksamlara, teklemelere neden oluyor. Bu arızalı ve aksak yürüyüş giderek kendi içinde arazlar yaratarak, insanlığın geleceğini tarif edilemez fırtınaların beklediği sinyallerini veriyor.
Genel anlamda soytarılık, tiyatral bir harmanlama içinde görüntü vermesine rağmen, giderek ‘Maskaralaşmaya’, öz kaybına dönüşmektedir. Maskaralık içinde ‘çıkar sağlama’ numaraları ağır basarak devam eder. Soytarılığa, Maskaralığa sınır çizmek oldukça zordur; çünkü çıkar hesaplarının da sınırı yoktur.
Dünya neden böyle soytarılar sahnesine dönüp çekilmez hale geldi?
‘Savaşsız ve Sömürüsüz’ bir Dünya peşinde koşan insanlık, ne yazık ki bu emeline hiçbir zaman ulaşamayacak gibi görünüyor. İnsan egosu sömürüye endekslidir. Sömürünün devamı için ise savaş gereklidir ve bu gün bu durumu yaşıyoruz.
Var oluşundan beri savaşan insanlık, sömürünün ve savaş malzemelerinin çeşitlenmesi ile hayatın her alanında kendini savaş içinde bulmakta ve hayalindeki ‘Barış’ her gün biraz daha yaşamından uzaklaşmaktadır.
Yirminci Yüz Yılın iki büyük savaşı İnsanlığa büyük harabiyet ve zarar vermesine rağmen, kimileri bu savaşların sonuçlarını nimet aktarımına dönüştürmeyi başarmışlar, bizim gibi kimi ülkelerde işin özünü görmeden soytarıları seyredip gülüşmüşlerdir.
Her ne kadar davet edildiklerini iddia etseler bile, Afganistan işgali Sovyetler Birliğinin çöküşünün temel nedenidir. Bu işgal ve peşinden gelen çöküş Emperyalizm için bir fırsat olmuş ve Dünya yeraltı zenginliklerinin paylaşılması ve kendi silâh sanayilerinin kazançları için reddedilmez bir zemin oluşturmuştur.
İran Irak savaşı Ortadoğu paylaşım planlamasının görünen en büyük adımı olmuş, yeterli sonuç alınamayınca Irak Kuveyt üzerine sürülerek Irak’ın üstüne çullanmanın bahanesi yaratılmıştır. Özellikle Kürt’lerin kışkırtılmasıyla çıkan olaylar ve Irak halkının özgürlüğü ve Demokrasi bahanesiyle Irak işgal edilerek parçalanmış ve Irak Petrollerine el konulma işlemi tamamlanmıştır.
Yetmedi, Kuzey Afrika İslâm ülkelerinin tümünde birden karışıklık çıkarılarak toplumlar birbirlerine düşürülmüş, ülkeler parçalanmış, insanlar yurtlarını terk etmek zorunda kalmış ve ülkelerin zenginliklerine el konulmuştur. Bu rezaletlerin bir kısmına Türkiye’yi yöneten kimi siyasilerde övünerek alet olmuşlar ve işgalcilerin ekmeğine yağ sürmüşlerdir.
Emperyal soytarılar doymuyor, yeni oyunlar peşinde koşuyor. Oyun peşinde koşarken de çevre ülkeleri soytarılıklarına alet ediyorlar. Irak’ın parçalanmasından sonra, Irak ve Suriye topraklarında kışkırtılan terör ve yaratılan IŞİD terörü bahanesiyle Suriye masaya yatırılmış, çeşitli yörelerde Kürt temerküzü sağlanarak yeni yeni Kürt kasabaları oluşturularak doğrudan terörün içine sokulmuştur. Suriye’deki etnik ve dinsel ayrılıklar körüklenmiş ve toplum birbirine düşman edilmiştir. Türkiye’nin ise Suriye politikası baştankara yanlış ve hatalıdır. Oyuna gelmiş, kendini ilgilendirmeyen konuda taraf olmuş ve Uluslar arası arenada Suriye karmaşasının baş sorumlusu suçlaması ile karşı karşıya kalmıştır.
Yerini yurdunu terk eden Suriye halkı ilk etapta canını Türkiye’ye atmış, umudunu ise Avrupa’ya bağlamıştır. Göç eden Suriye halkının geleceğini Suriye’de kurmak gibi bir düşüncesinin kalmadığı, her türlü tehlikeyi göze alarak Avrupa’ya sığınmanın yollarını aramalarından belli oluyor. Ölüm Suriye’lilere zor gelmiyor artık!
Eski ve yeni sömürgeciler, her konuda olduğu gibi Suriye konusunda da riyakârlığın ve ikiyüzlülüğün örneklerini veriyorlar. ‘İnsan Hakları’ söylemini sakız gibi çiğneyenler, yurdundan olmuş, ailesinin bir kısmını kaybetmiş Suriye’lilere sıra gelince, savunur göründükleri her türlü İnsani ve Demokratik değeri unutuyorlar.
Utanmazlıkları sınır tanımayanlar Suriye’li sığınmacıların Türkiye’de kalması için utanç verici bir tavırla rüşvet teklif edebiliyorlar. Avrupa ve ABD, İnsanlık tarihine kara bir leke olarak geçecek utanmazlığın ve soytarılığın son örneğini sergiliyorlar.
Utanmazlıklarının ardı arkası kesilmiyor, kırışanların ve terör örgütlerinin elindeki tüm silahlar bu soytarıların fabrikalarında üretilip satılıyor. Zaman zaman tehdit, şantaj silahını da kullanırken, her türlü iç hainlerle ülkeleri içten kemirtiyorlar.
İnsanlık böyle devam edemez. Dünya’nın tüm artı değerleri üç beş emperyal soytarıya bırakılamaz. Utanmazlıkları sınır tanımıyor artık. Dünya’yı ‘Emperyal Soytarılar Sirkine’ çevirmişler, hem sömürüyor hem eğleniyorlar.
İnsanlık, bu soytarılar sirkine daha ne kadar dayanacak? Dünya insanlığı aklını, şuurunu, gurunu mu kaybetti acaba?
EFENDİNİN EMİR TURLARI
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Emperyalist Sömürgecilerin hiç hoşlanmadıkları ülkeler sıralamasında Türkiye birinci basamaktadır. Sebebi, herkesin bildiği gibi, Osmanlı’nın dağılışından sonra verilen bağımsızlık ve tüm mazlum uluslara örnek olan Antiemperyalist mücadeledir. Özellikle batı bu konuda sönmeyen bir kin ve hazımsızlık içindedir.
Tarihi kayıtların günümüze aktardığı bilgilere göre, Cumhuriyetin kuruluşundan önce Amerika’lı senatör Henry Cabot LODGE, “İstanbul Türk’lerden alınmalıdır, Türkler Asya’nın Kızılderilileridir” diyerek batı düşüncesine yol gösteriyor. Lozan’daki İngiliz delegesi George CURZON, Türk delegesi İsmet İNÖNÜ’nün direnişini kırmak için sürekli Mondros mütarekesini hatırlatmaktadır. İnönü hiç çekinme göstermeden verdiği “ Ben buraya Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim” cevabı ile Lord Curzon ve Lozan delegeleri karşısında dik durmasını bilmiş ve haklı direnişin somut örneğini vermiştir.
Lozan konferansının sömürgeciler lehine yönlenmesini isteyen Lord Curzon İnönü’ye hitaben,: “Şu kanaate vardık ki; ne önersek reddediyorsunuz; ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır, imar edeceksiniz. Paraya ihtiyacınız olacak, o da bizde var. Karşıma gelip diz çöktüğünüzde, bu gün reddettiklerinizi birer birer önünüze koyacağız” der. Yetmez, “Türkiye haritadan silinecek diye üzülecek değiliz, Avrupa’dan silinmelidir” diye karşıtlığını sürdürür. Ancak gerçek bir vatansever olan İnönü, hiç esnemeden vakarla Emperyal Sömürgecilere karşı direnişini sürdürüyor ve Lozan’dan Türk heyeti zaferle çıkıyor.
Gelelim harap olmuş, yoksul, ‘Yurtta Barış, Dünya’da barış’ diyen, ama başı dik ve onurlu 1920 Türkiye’sinden, borca, işsizliğe ve teröre boğulmuş, tüm çevresi ile kavgalı, kimilerine göre ‘Dünya Devlet’, ‘Büyük Ekonomi’(!) 2015 Türkiye’sine:
Davetli olmamasına karşın, selâmsız sabahsız kendi kendini buyur eden Emperyal ağanın iki numarası Joseph Biden efendi aniden ülkemize teşrif buyurdular(!)
Davetsiz efendi ilk görüşmelerini katledilen Hrant Dink ve Tahir Elçi’nin eşleri ve tutuklu gazetecilerden Can Dündar’ın ailesi ile yaptı. Görüşmeler hakkında toplumun yeterince aydınlatılıp bilgilendirildiği pek söylenemez. Bu davranış kimi çevrelerde mutlaka kuşku yaratacaktır.
Siyasi Partilerle yapılan görüşmelerde talebin nerden geldiğini, MHP’nin neden katılmadığını bilmiyoruz. Partilerin böyle bir davete (Ziyaret değil) tepki verip vermediklerini, içerde hangi konuların hangi anlayış ve hedefler doğrultusunda konuşulduğu, tavsiye mi, talep mi, bilgi edinme mi, yoksa dolaylı direktifler mi? Bunu öğrenmek bu ülkede yaşayan herkesin yurttaşlık hakkıdır. Umarım, gereği alâkalılarca yerine getirilecektir.
Biden bazı şartlanmalarda bulunuyor. Biden’e göre PYD, PKK’nın uzantısı ve terör örgütü değilmiş! Görüşmeler yeniden başlatılıp, Kürt’lerin Demokratik talepleri karşılanmalıymış!
Akademisyenlerin bildirisi ihanet gibi görülmemeliymiş!
Çözüm süreci yeniden başlatılmalıymış!
Her şeyden önce PKK’da, PYD’de terör örgütleridir, kimse gerçekleri saklama hakkına sahip değildir. Akademisyenlerin bildirisi haklı istekler içerirken, bazı konularda noksanlıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Bilim Adamları olaylara tek yanlı değil, çok yanlı ve şüpheci bir anlayışla yaklaşmaları gerekirdi.
Bu ülkede noksan olan Kürtlerin Demokratik talepleri değil, tüm toplumun İnsani, Hukuki ve Demokratik haklarıdır. Bu noksanları düzeltmek ancak toplumun birlikteliği ile başarılabilir. İşi sadece Meclise, dış egemen güçlere ve kimilerine göre etnik ayrımcılığa ve teröre havale etmek yanlıştır.
Biden’den de başkalarının istekleri var. Kıbrıs Rum Hükümet sözcüsü, Rumların isteklerinin yerine getirilmesi için, Biden’e çağrı yaparak Türkiye’ye baskı yapmasını istiyor.
Ve Biden T.C. Cumhurbaşkanı ve Başbakanı resmi görüşmelere başlamadan önce, HDP eş başkanı Selâhattin Demirtaş’la kahvaltıda buluşuyor. Bu davranış, Türkiye’yi yönetenlerin Uluslararası ilişkilerde ne kadar ciddiye alındıklarının tipik bir örneğidir.
Yetmiyor, ortaya AB temsilcisi Federica Mogherini çıkıyor. Hükümet yetkililerine, Suriyeli sığınmacılara harcanmak üzere, henüz beş kuruşu verilmemiş Üç Milyon EURO yardım parası için, “o para size cep harçlığı olarak verilmedi, Suriyelilere harcamalısınız” buyruğuyla, Diplomatik küstahlığın tavanına çıkıyor.
Devam ediyor Hanım ağa: Dış İşleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve AB Bakanı Volkan Bozkır’a hitaben, Güneydoğudaki operasyonlar durdurulmalı, ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü sağlanmalı buyuruyor.
Bütün bu görüşmeler ve söylemler için Cumhurbaşkanından, Başbakandan, Bakanlardan veya iktidar partisi yetkililerinden pek doyurucu bir cevap ve açıklama yok. Sanki kelimeleri unutmuşlar, lal olmuşlar gibi. Bu söylenenler ve emrivakiler milletin asla okuyamayacağı bir deftere yazılmış gibi saklı kalıyor. Ama tarihin açık sayfaları bunları çoktan kayda almıştır bile… Bu eleştiri ve isteklerde haklı olan yönler yok mu? Var elbette. Ama işin insanı kahreden yönü, emrivaki davranışlar ve Türkiye’nin ciddiye alınmıyor görüntüsü verilmesi.
Türkiye egemen kimi güçler tarafından uluslar arası toplantılardan dışlanmak isteniyor. Cenevre toplantısı ve görüşmelerinden sonra durumu daha net görebileceğiz.
Bu ülkede yaşayan ve kendilerini TC. yurttaşı sayan, Özgürlüklerinden, Vatandaşlık haklarından, insani haklarından vazgeçmiş görünen halkımıza bir serzenişim var: Türkiye’yi düşürdüğümüz durumla ne kadar övünsek azdır(!)
PARADİGMALARA SALDIRILAR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
“Paradigma” kelimesi dilimizde ‘Değerler dizisi’ olarak anılmaktadır. Ayrıca “Düşünce kalıbı”, “Model oluşturan değerler”, “İdeolojilerin oturduğu temel” olarak tanımlanmaktadır. Buna ilaveten, “Şey’in temel ayakları” olarak ta tanımlayabileceğimizi düşünüyorum.
Açıklanan bilgilere göre Paradigma, Bir oluşuma veya bir zaman dilimine hitap eder ve zaman içinde kendini yenileyebildiği gibi, son bulması da ihtimal dâhilindedir.
İş ve meslek dallarına göre de paradigmalar oluşturulabilir ki bu oluşum meslek özelliklerine dayanır.
Paradigmaların en büyük varlık nedeni, geniş kesimlerce benimseniyor ve paylaşılıyor olmasında yatar. Aksi halde belirleyici olma özelliği kazanamaz.
Bu tanımlamalar paralelinde TC’nin Paradigmaları (oturduğu ayaklar ) nelerdir ve bunlara kimler neden hücum ederler:
TC’nin temel dayanaklarından ilki “Antiemperyalizm ve Bağımsızlık” ilkesidir. Dünya’da batı emperyalizmine (sömürgeciliğine) karşı ilk savaşı verip, ağımsızlığını sağlayan ülke Türkiye’dir.
“Yurtta Barış, Dünya’da Barış” söylemini karşılayacak bir ifade henüz ortaya atılamamıştır ve İnsanlık var oldukça Atatürk’ün bu sözüne hep ihtiyaç duyulacaktır.
Anayasada yazılı “T.C. Sosyal bir Hukuk Devletidir” ibaresi ‘İnsan Haklarını’ koruyup geliştiren bir Paradigmadır. Günümüz toplumlarının ihtiyaç duyduğu çeşitli yaptırımları kapsar.
“Lâiklik” ilkesi basit anlamda tarif edildiği gibi sadece Devletin Din işlerine, Din’in Devlet işlerine karışmaması değil, esasında inançların bağımsızlığı ve özgürlüğüdür. Lâiklik olmadan Demokrasinin olmayacağı kabul edilir bir gerçekliktir.
1924 yılında kabul edilen “ Tevhid-i Tedrisat” (Eğitim Birliği) yasası, Millet olmanın, Ulus olmanın, toplumsal aydınlanmanın asgari şartlarının başında gelen bir dayanaktır.
TBMM Başkanlık kürsüsünün arkasından her gün gözümüze bakan Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir” ifadesi, ‘Demokrasi’ Paradigması olarak değerini ve kılavuzluğunu tarih boyu sürdürecek kıymet ve değerdedir.
Çağdaş bir Devletin, Demokratik bir toplum yapısının oluşması için mutlak olan bu değere saldırılar kimler tarafından ve neden yapılır?:
Saldırılar, bağımsızlık elde edilip Cumhuriyetin kurulmasıyla başlar. Hem iç, hem dış yönlüdür.
İç yönlü saldırılar daha çok inanç temellidir ve ‘toplumsal Devrimler’ karşıtlığı içeriklidir. Dış yönlü saldırılar ise, ‘Emperyal sömürgeciliğin de yenilebileceğine örnek olma’ kızgınlığından kaynaklanmaktadır.
ABD’li siyaset bilimci Samuel Philip Huntington 1996 yılında yayınlanan “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” isimli kitabında: Dünya ülkelerini beş kategoriye ayırıyor ve Türkiye’yi ‘Bölünmüş Ülke ve Kararsız Ülke’ olarak iki kategoriye sokuyor.
Huntington’a göre Türkiye Lâikliği kabul ederek ülkeyi ve toplumu tarihten kopardığını, dolayısıyla ‘Bölünmüş’ bir topluma dönüştüğünü; Cumhuriyetin çağdaşlaşma çabalarına karşı kitlesel direnim dolayısıyla da ‘Kararsız’ ülke konumunda olduğunu söylüyor.
Ülkemizin geldiği-getirildiği nokta, kimi tavsiyeleri akıl dışı, saçma-sapan olsa da bazı konularda Huntington’u doğruluyor. Bu ülkede onun tavsiyelerine uyanlar ve uygulayanlar var.
Gelecekteki en büyük sorunumuz kimlik sorunu olacaktır. Özellikle etnik konudaki kışkırtmalar, tartışmalar ve karşıtlıklar ‘Ulus Devletin’ çözülmesi için zemin oluşturabilir. İç ve dış kimi çevrelerin temel amacı budur. Bu ayrışmanın içine inanç ayrılığını da soktunuz mu; kıyamet alâmetlerini beklemeye başka gerek kalmıyor. Toplumsal değerlere ve Devletin temel dayanaklarına saldırının amacı mutlak çözülmeyi sağlamaktır.
AKP iktidar dönemi Türkiye’nin iç ve dış sorunlarını çok ağırlaştırdı. Yönetim anlayışında kişisel egolar egemen oldu ve ayrışmalar hız kazandı, toplumsal doku çeşitli yerlerinden yara aldı, berelendi. Yıllardır topluma söylenenlere dikkatlice bakarsak, söz ve uygulama sahiplerinin nerelerden esinlendiklerini buluruz. Söylenenlerin ülkeyi nerelere getirdiğini de zaten yaşayarak görüyoruz. Mevcut toplumsal ilişkileri ve yönetsel anlayışı toplumsal ve çağdaş projeler çerçevesinde yenileyip geleceğe yönelik dönüştürülmedikçe işimiz gerçekten zor.
Bu duruma neden geldiğimizi, buna cesaret edenlerin bu gücü nereden aldıklarını Mahatma Gandhi’nin bir sözü çok net açıklıyor: “Söyledikleriniz düşüncelerinizi, Düşünceleriniz duygularınızı, Duygularınız davranışlarınızı, Davranışlarınız Alışkanlıklarınızı, Alışkanlıklarınız değerlerinizi, Değerleriniz de kaderinizi belirler.”
Kaderimizi kimlerin belirlediğini, bunda bizim katkımızın ne olduğunu, sonucun nereye varacağını bu ülkede yaşayan herkes binlerce defa düşünmesi ve gücünü birleştirmesi kaçınılmaz Ulusal görevimizdir… Yoksa!!!
ZAMANA AYNA TUTMAK
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@hotmail.com
İnsanlar dış yansımalarının nasıl olduğunu görmek için her gün birkaç defa ayna karşısına geçerler. Geri yansımalarda eksiklikler ve arızalar varsa gidermeye çalışırlar…
Tarih ve sanat zamana tutulan aynalardır, terazilerdir. Onlarda geçmişinizi, içinde bulunduğunuz durumu görebilir, ağırlığınızı ölçebilirsiniz…
Aynalar hep düz değildir. Tümsek (Konveks) ve Çukur (Konkav) aynalar vardır ki; bunlar görüntüleri gülünç duruma düşürecek kadar değiştirerek yansıtırlar…
Şayet zamana ve olaylara tutulan ayna düz değil de tümsek veya çukur ayna ise size yansıyan görüntü gerçekleri yansıtmayacaktır. Görüntüler abartılı şekilde büyümüş, küçülmüş, genişlemiş, daralmış biçimdedir ki; bu görüntü kişileri ve toplumu aldatan görüntülerdir…
Aynayı tutanların dayanağı toplum ve Hukuk değil de, bir egemen sınıf temsilcisi veya beslemelerinden biri ise, tutulan ayna, içinde bulunulan duruma göre ya tümsektir ya da çukurdur ki; olayları ve gelişmeleri doğru göstermez. Görüntü ya çok büyümüştür ya da çok küçülmüştür; üstelik yamuklaşmıştır… Aynadaki görüntüler gerçekler değil, zamanın egemeninin, otokratının istediği görüntülerdir.
Şayet toplum gördüklerine itiraz etmeden, tahlil etmeden, enikonu yorumlamadan inanıyorsa, felâketin, toplumsal çöküşün hatta yitimin başladığı an o andır. Bu tür aldanışın tarihte ve tarihimizde sayılamayacak kadar çok örneği vardır…
Aldanma ve aldatılma konusunda rekorlar kırabilecek durumda olan ülkemize baktığımızda, kimi yönetenlerin ve egemenlerin toplumumuza düzgün ayna tuttuğunu söyleyemeyiz. Siyasi yapılanmalar ülkenin geleceğini çağdaş düzeyde inşa edecek birlikteliği göstermiyor. Kimileri güneşe bakmaya ve toplumu ışığa çekmeye çalışırken, kimi siyasi yapılar geçmişin karanlık kuyularında toplumu yapılandırmaya ve iktidarlarını pekiştirmeye çalışıyorlar…
On Üç yıllık AKP dönemi toplumumuzun en fazla ve bilerek aldatıldığı, yanıltıldığı dönemdir. AKP’nin yanlış politikaları, Türkiye’nin ilişki içinde olması gereken tüm ülkelerle arasına yüksek duvarlar oluşturmuş, ilişkileri kısıtlamış, hatta karşıtlığa dönüştürmüştür… AKP dönemi gelecekte iyilik ve güzelliklerle anılmayacağı, kişisel ihtirasların tavan yaptığı, yolsuzluk ve yoksulluğun yaygınlaştığı, toplumsal zıtlıkların insani ilişkileri bile yok ettiği bir dönem olarak anılacaktır…
Tarihin hiçbir döneminde resmi ağızlar ve kayıtlar olayları ve gelişmeleri doğru yansıtmamışlardır, yansıtamazlar da. Bu işte, kişilerin, gurupların ve Devletlerin çıkarı ve katkıları vardır. Dolayısıyla topluma ve tarihe karşı düzgün ayna kullanamazlar. Yazılımları olsun, söylemleri olsun, istisnalar dışında çoğu kez tümsek veya çukur aynalardan insanlığa yansır ve böylece insanlığın yol plânı da egemenlerin isteği doğrultusunda çizilmiş olur… Bunun en son örnekleri Irak’ın işgali, Bop Projesinin İslâm dünyasına yaptıkları, Suriye’nin başına gelenler ve bizim geldiğimiz kör noktadır...
Olayları ve Tarihi doğru yansıtacak aynayı, ancak satılmamış ve özgür kalabilmiş Düşün Adamları, Sanatçılar, Gazeteciler, bilim yuvaları ve Hukuk tutabilir. Türkiye bu konuda sabıkalıdır. Düşün İnsanları, Gazeteciler, Sanatçılar, Yazıp çizen insanlar ve Hukuk özgür değildir. Doğruyu ve gerçeği yansıtanlar ise cezalandırılmakta, mağdur edilmektedir. Halen Otuz İki Gazetecinin Hapiste olması Türkiye’nin onulmaz ayıbıdır!
Topluma yanlış ayna tutanlara karşı tepkiyi, birilerine, makamlara ve paraya teslim olmayanların ağzından yansıtalım;
Şair Eşref Abdülhamit devri için söylüyor:
Devri istibdatta söz söylemek memnu idi,
Söyler isen ağlatırlardı ananı.
Şimdi devri hürriyetteyiz,
Önce söyletirler, sonra bellerler ananı.
Yine Şair Eşref’:
Bir soğan soyuluyor, yaşarıyor gözler,
Bir Devlet soyuluyor, aldırmıyor öküzler.
Barış Erdost günümüzü yansıtıyor:
Devleti âli öksürür, “Taşkışla”dan duyulur vay ki vay
Ulusum kan kusar, Gezi Parkından kovulur vay ki vay.
Tarih içinde de, günümüzde de egemenlere, despotlara ve haksızlıklara karşı direnip haykıranlara, tarihe doğru ayna tutarak insanlığa gerçekleri gösterenlere ne mutlu. İnsanlık onları saygı ile yâd edip gönlünde yaşatacaktır…
ABDULLAH AYDIN
İSTİKRAR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Türkiye Siyaset ve Ekonomi söyleminde oldukça sık kullanılan bir terimdir ‘İstikrar’.
İstikrar nedir? Sıkışan siyasetçinin dayanak ve korugan olarak kullandığı bir sığınaktır istikrar…
Kelimeye çok yönlü yüklemler yapılsa da; tam karşılığı ‘devamlılık ve denge’ olarak kabul görmektedir. Aslında fert ve toplumsal yaşamın her alanında kullanılabilir ve karşılık bulabilir…
Kabuller müspet yönde olduğu gibi, menfi yönde de olabilir. Ancak siyaset ve siyasetçi söyleminde müspet algısıyla kitlelere yönlendirildiğinden, siyaset alanında dayanak ve korunma elemanına dönüşmüştür…
İstikrarı ülkemizde aramaya kalktığımızda, ne yazık ki müspet doğrultuda devam ettiğimiz, devamlılık aradığımız söylenemez. Türkiye’de istikrar hep menfi yönde bir işleyiş göstermiş ve ülkemiz giderek irtifa kaybetmiştir…
Yetmiş yıla yaklaşan çok partili dönemimiz, siyasetçilerin söylediği gibi müspet yönde istikrar içinde geçmemiş ve geçmiyor...
İşin aslına bakılırsa, istikrar diye topluma sunulan gelişmelerin çoğu eksi doğrultuda ve geriye doğru bir akım içindedir.
Altmış yıldır yaşadığımız gibi:
Ulusal Kurtuluş Mücadelemiz ve Cumhuriyetimizin hareket noktası ve temel taşı olan ‘Bağımsızlık’ ilkesi gevşetilmiş, yer yer aşındırılmış ve kimi konularda da istikrarlı biçimde yok olma noktasına getirilmiştir.
Aydınlanma anlayışımız ve eğitim sistemimiz temelden değiştirilmiş ve ülkemiz Aydınlanma Devrimine istikrarlı bir karşı çıkış sergilenmiştir.
Demokratikleşme çabalarımız hep sabote edilmiş, kurulu düzen egemenlerinin Despotik anlayışlarının kurbanı edilmiştir.
Kalkınma anlayışımız işbirlikçi sermaye ve kasaba mütegallibesi anlayışıyla hep sabote edilmiş, sanayimiz yabancı patent acentesine dönüştürülmüştür.
İkili ve çoklu antlaşmalarla bağımsızlık anlayışımızdan ödünler erilmiş, iç işlerimiz dış müdahaleye açılmada süreklilik kazanmıştır.
Muhtıralar, darbeler siyasi ve yönetsel yapımızın asli unsuruna ve demokratik işleyişin ayaklarında Prangaya dönüşmüştür.
İşsizlik, toplumsal gelişmenin önündeki en büyük engel olarak durmaya devam etmektedir.
Kamu mallarının yabancılara ve yerli işbirlikçilere peşkeş çekilmesinde inkâr edilemez bir istikrar vardır.
İnsan hakları, yurttaşlık hakları, Devletin yurttaşlar karşısındaki sorumlulukları ve hukukun temel bulamayışı doğrultusunda rahatsızlık verici bir istikrar hüküm sürmektedir.
Terör konusunda da Dünya’da en istikrarlı ülkelerden bir konumundayız.
Altmış yıldır yurttaşlarımızın sağ siyasetin yalan ve palavra dolu sığ siyasetlerinden kurtuluş beklemesinde kahredici bir istikrar vardır.
Altmış yıldır sağ Partiler yönetimlerinde taraftarlık ve partizanlık istikrarı vardır.
Doğru kelimeler kimi ağızlarda yanlışa dönüşebiliyor. Siyasette ve Diplomaside kelimelerin bin kez tartılarak kullanılması gerekir. Ne yazık ki, Türk siyaseti meydan cazgırı konumundaki pazarlamacı siyasetçilerin esiri olmuş durumda.
Halkımız, ülkenin ve kendisinin kaderini sadece siyasetçilerin eline bırakırsa – ki bırakmış durumda-, aslı olmayan yalancı ‘İstikrar’ dolmasından daha çok yiyecek.
Yoksulluğumuzun ve geri kalmışlığımızın asıl nedenlerinden biri de, toplumumuzun gıdıklayıcı yalan siyasi söylemlerle aldatılmasıdır.
Bakalım kaç yıl daha bu aldatmacaların tuzağında ağlaşacağız!
YAZMAK MI ZOR OKUMAK MI?
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@hotmail.com
Dünya’daki tüm ülkelerde her insanın ihtiyacı olan ve insani yaşamanın şartı haline gelen ‘Yazmak ve Okumak’, kimi ülkelerde en tehlikeli ve zor uğraşlara dönmüş bulunuyor. Üzülmek gerekir ki, ülkemizi de bu sınıf ülkeler arasında sayabiliyoruz…
O hale geldik ki: kalemi elinize aldığınızda beyaz sayfanın üzerini kapkara bir yasak ve günah perdesi kaplıyor, egemenlerin ve gerici despotların heyulası gözlerinize parmak sokar gibi önünüzü kapatıyor, karartıyor…
Duruyorsunuz, sağınıza solunuza bakınıyorsunuz, kaleminizi birkaç kez bırakıp tekrar alıyorsunuz… Yazıp yazmamakta tereddüt içindesiniz… Kimi kelimeleri yutuyor, birkaç kez yazıp siliyor, konuyu rotasına bir türlü oturtamıyorsunuz… Bu zorluklara rağmen yazmak gibi bir sorumluluğunuz var ve yazıyorsunuz.
Yazın dilinin, özellikle genele hitap eden yaygınlıkta ise, diliniz daha sade ve temiz olmak zorundadır. Sözcükler ince elenip sık dokunmalı, kirlilikten ve kirletmekten uzak durulmalıdır. Kelimelerle karşınızdakini de, okuyucuyu da, kendinizi de tehlikeye atmamalı, hakaret ve yasal tehlikelerden korunmalı ve korumalısınız…
Siyaset dili ve Retoriği de, ülke ve Dünya’da yaşayan herkesi az çok ilgilendireceği için, yazın dili gibi aynı temizlik ve saflık içinde olmalı, içinden çirkin ve tehlikeli çeşitli anlamların çıkarılmasına, kitleleri ve kişileri rencide edici imalardan, yakıştırmalardan, hakaretlerden, uzak olmalıdır…
‘Böyle bir yazının gereği ne?’ diye sorulabilir. Bu soruya Tevfik Fikret’in bir şiirinin son mısraını anarak cevap bulmaya çalışalım.
Ne diyor Tevfik Fikret şirinin sonunda:
Heyhat, ben nevaib-i eyyamı inlerim!
Günümüz Türkçesiyle: Heyhat, ben kaza, bela, rezalet dolu günler için inlerim, üzülürüm!
Günümüzde bu sözlere ‘olmaz’ diyebiliyor muyuz? Hayır! O belaların tümünü günümüzde toplumca yaşıyoruz ve üzülüyoruz…
Yıllardır Devletin ve toplumun tepelerinde dolaşan biri diyor ki: “Biz Dindar ve Kindar nesiller yetiştiriyoruz”.
Hadi ‘dindar gençliği’ anladık da, ‘kindar gençliği’ ne yapacaksınız? Kimin üstüne salacaksınız? İçinizi kemiren kininizin, öfkenizin intikamını kimden çıkaracaksınız?
Kafasının içi gericilik ve yobazlık ihtirasıyla temizlenemeyecek ölçüde kirlenmiş, Gazetecilikten gelme olduğu söylenen bir AKP Milletvekili, kendilerine muhalefet edenlere “biz adamın dişini de, tırnaklarını da sökmesini biliriz” diyebiliyor.
Bir diğer çürümüş kafalı yandaş yalaka “biz adama etek giydirmesini de biliriz” diye salyalarını saçabiliyor.
Gazeteciliği köşe magandalığı sanan, nereden çıktığı belli olmayan iktidar yanlısı bir yalayıcı, beğenmedikleri için “istersek seni sinek gibi ezeriz” diye tehdit ediyor ve ortalığa korku salmaya çalışıyor.
İktidar yandaşlarından bir basın magandası, Özal’a ‘Puşt tezgâhı’ kurulduğu, Mevcut Cumhurbaşkanı için ‘Kasımpaşalının kucağa oturtulamayacağı’ gibi kirli bir dil kullanabiliyor ve bu dil muhataplarınca reddedilmiyor, kınanmıyor.
Bir diğer basın magandası ve tetikçi ise, ‘istesek sizi sinek gibi ezeriz’ diyebiliyor, kişileri hedef gösterebiliyor ve hukuki yönden hiç mi hiç sorgulanmıyor.
Bu kadar mı? Kitap yazacak kadar var da, özellikle, AKP Gençlik Kollar Başkanı olduğu söylenen ve Milletvekili olan biri sokak kabadayısı gibi davranıp gazete basabiliyor, gazetecilerin cesaretlerini ölçebiliyor, beğenmediklerine ‘dayak atmaktan’ bahsedebiliyor.
Siyaset dışı olması gereken bir yetkili, meydanlarda halktan ‘Beş Yüz yerli ve Milli Milletvekili’ isteme gafletini ve yanlışlığını gösterebiliyor. O kişinin anlayışına göre, demek ki Meclisimizde yabancı ve gayri milli Milletvekilleri varmış da haberimiz yokmuş!
Pervasızlık, hak, Hukuk tanımazlık, kabalık, cehalet kol kola girmiş her tarafımızı sarmış durumda…
Yurttaş, okuduğu gazeteye, kitaba göre değerlendirilip fişleniyor, Gazeteciler işlerinden kovduruluyor, tehdit ediliyor, dövdürülüyor…
Seksen milyonluk ülkede kitap satışları Üç-Beş binde, günlük gazete satışları İki-Üç milyonda kalıyor…
Böyle bir ülkede yazmak da, okumak da zorlaşıyor ve değerini kaybediyor.
Aslında kaybolan temel değer ülkenin ve toplumun geleceğidir. Varacağı nokta ise üçüncü sınıf bir ülke ve geri kalmış kalabalıklar.
Sizce Türkiye bunu hak ediyor mu? Etmiyor!1 Kasım seçimlerinde kendimizi Demokrasi kantarında bir kez daha tartacağız. Bakalım çağdaşlık ağırlığımız kaç okka, kaç dirhem!
KAYBOLAN MİLLETLER-YIKILAN DEVLETLER, İMPARATORLUKLAR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail. Com
Yalnız Tarih Kitaplarının sayfaları değil, yeryüzünün her tarafı ve denizler de kaybolan milletlerin, yıkılan, yok olan Devlet ve İmparatorlukların kalıntılarıyla doludur…
Öne sürülen belgelerin bazıları, dinsel yazılım, anlatı ve rivayetlere dayanır. Bazıları da mitolojik verilere, çoğunluğu da yeraltı buluntularına ve yazılımlara dayanır. Yazının icadından önce tespitler daha çok resim ve işaretlerden elde edilerek sonuç çıkarılmaya çalışılırken, yazının bulunması ile milletlerin yaşam ve tarihleri daha doğru tespit edilebilmiş ve belgelendirilebilmiştir…
NUH Peygamberin kavmi, HUD Peygamberin mensubu olduğu AD kavmi, SALİH Peygamberin SEMUD kavmi, LUT Peygamberin kavmi Dinsel verilere göre Tanrı tarafından helâk edilen kavimlerdir.
Orta ve Güney Amerika Medeniyetleri Aztek’ler, İnka’lar ve Kuzey Amerika’da Maya’lar da çeşitli nedenlerle tarih sayfasından silinmişlerdir.
Pasifik Okyanusundaki Kayıp Kıta ‘MU’ ve kıta mensubu ‘MAYA’lar kaybolan, dağılan insan topluluklarıdır. Mu Kıtasının şiddetli bir Depremle suya gömülmesi sonu yok olurken, Kurtulanlardan Türk’lerin ataları olduğu söylenen Mayaların bir kolu Asya’nın doğusunda ‘UYGUR’ namı ile yaşama devam etmişler, bir diğer kurtulan kol ‘NAGA MAYA’ namı ile Hindistan’da büyük bir imparatorluk kurmuşlar, uzun yıllar sonra yok olmuşlardır. Bir diğer Maya kolu da Mezopotamya topraklarında ‘AKAD’ ve ‘SÜMER’ adı altında yaşamlarını devam ettirmişlerdir.
Türklerin Orta Asya’ya MU kıtasından göçtükleri, NUH Tufanının da MU Kıtasının sulara gömülmesi olayı olduğunu iddia eden kesimler de vardır.
Anadolu’da Lidyalılar, Firigyalılar, Hititler, Etiler, İyonyalılar,
Mezopotamya’da Asurlular, Babilliler, Mısır’da Ramseslerin (Firavunların) egemenliği,
Makedon Kralı Büyük İskender’in kurduğu imparatorluk, Pers İmparatorluğu, Eski Yunan Devletleri,
Asya’da Büyük Hun İmparatorluğu, Avrupa-Asya’da Batı Hun İmparatorluğu,
ÇarlıkRusya’sı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Güneş Batmaz İngiliz İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Sovyetler Birliği.
Yukarıda isimleri geçen Kabile, Kavim, Millet, Devlet ve İmparatorluklar, İnsanlık tarihinde hayat bulmuşlardır. Bunlar İnsanlık tarihinin çok küçük parçalarından olup, daha Yüzlerce, Binlerce medeniyet ve kavim gelip geçmiştir. İnsanlık var olduğundan beri gerek kişisel gerekse örgütlü biçimde birbiriyle mücadele etmiş, savaşmış, mücadele etmişlerdir. Bu mücadelelerin sonucunda kimileri gelişip büyürken, kimileri de yok olmuşlar, tarih sahnesinden kalkmışlardır.
Kimi Kavim ve kabileler de, Dinsel inanışlara göre, inanılan Tanrı’nın gazabına uğramış ve helâk edilmişlerdir.
Kavimlerin, Milletlerin, Devletlerin kayboluşu sebepsiz değildir. Dinsel kayboluşlarda ahlâki sorunlar, inanç saygısızlığı, Tanrı’ya inançsızlık ve asilik baş sebep olarak gösterilmektedir.
Kavimlerin ve Milletlerin kayboluşunda Doğal afetler ve salgın hastalıkların da önemli rol oynadığı ileri sürülmektedir.
Millet ve Devletlerin kayboluşundaki ana sebeplerin başında, Emperyal amaçlar, saldırılar ve savaşlar olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlığın Sosyal ve Ekonomik gelişimine göre Emperyal amaç ve uygulamalar da şekil değiştirerek günümüzdeki acımasız konumuna gelmiştir. Ve günümüzde de birçok Milleti ve Devleti yutmaya hazırdır.
Kayboluş ve yıkılışlarda, yönetim yanlışları ve basiretsiz yöneticilerin ihtiras ve hataları da önemli rol oynamıştır. Talan yönetimi, Saray Entrikaları ve iktidar kavgaları bizim tarihimizde de mevcuttur ve Osmanlının yıkılışının ana nedenlerindendir.
Tarihin aynasını günümüz Türkiye’sine döndürdüğümüzde karşımıza karartıcı bir tablo çıkıyor. Ekonomik olarak orta alt guruba demir atmış, İnsani değerler açısından sınıfta kalmış, Demokratik işleyişte her yanında çentikler, yarıklar oluşmuş, insanları mutluluk nedir unutmuş, Emperyal kışkırtmaların ve terörün baskısını yaşamının her alanında hisseden, basiretsiz, muhteris, düşünceleri kararmış yöneticiler elinde kalmış bir Türkiye…
Bu gidişle, bu yönetim anlayışıyla, vatandaşın bu davranış biçimiyle Türkiye’nin bütünlüğü ve geleceği tehlikede. Ülkede Hükümet olmadığı gibi, Devlet de tehlikeli biçimde laçkalaşmış halde. Keyfi yönetiliyor bu ülke.
Halkımızın önüne değişik ayak oyunları ile olsa da yeni bir fırsat geliyor. Yenilenecek seçimlerde halkımız gerçek iradesi ile davranıp, yönetimi ahlâk ve beceriye sahip insan ve Partilere devrederse, tarihi bir görev yapmış olacak. Şayet Yetmiş yıldır yaptığı gibi bodoslama gidişine devam ederse, Tarihin karanlık sayfalarındaki anılarda kalacak.
Bu toplumun, bu Ulusun Hak, Hukuk, Demokrasi, Özgürlük ve Bağımsızlık duygularına güvenme hakkımız var ve içimiz bu güvenle kabarıyor…
Bu zamana kadar kötü kullanıldı, ama şimdi yeniden ‘Söz Millette’!
Not:Bilgiler derlemedir.
KAÇ PARALIK ADAMSIN
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Garip bir toplum yapımız var. Yaşamı iç ve dış çelişkilerle dolu, her türlü hoyratlığın, zorbalığın, despotluğun, zebunluğun kıskacında ekonomik yokluklar içinde yaşarken, bunların hiçbiri yokmuş gibi davranabiliyor, hayata ve Dünya’ya gülerek bakmanın yollarını arıyor. Seçim çalışmalarında siyasi partilerimizden, geleceğe yönelik umutlarımızı tazeleyen çok şey dinledik. Söylenenlerin gereğini yapma zamanı geldi ve partiler çeşitli görüşmelerin içine girdiler. Onlar Hükümeti kurmaya uğraşsınlar, biz ülkemizdeki bir çelişkiye parmak basalım ve ülkemizdeki bazı haksızlıklara, hukuksuzluklara parmak basalım.
Spor olmaktan çıkıp hızla sektörleşen ve ekonomik bir dal olma yolunda olan Profesyonel Futbolda, yabancı Futbolcu sınırlaması kalktı. Yeterince eğitilmeyen, öğretilmeyen yerli futbolculara da alt liglerin yolu göründü.
Ülke sınırlarımızın gevşekliğinin yanında, ruhsal, düşünsel ve Matematiksel sınırlarımız da gevşedi. Transfer sezonunun açılmasıyla rakamların önündeki sıfırlarında sınırı gevşedi ve uzadı. Milyon EURO’lar, DOLAR’lar havada uçuşurken, insanın gözü kararıyor, şuuru kayboluyor ve hangi ülkede yaşadığı çelişkisine düşüyor.
Türkiye’yi gösteren ayna iyi işaretler vermiyor. Bir yanda açlık sınırına yaklaşmış milyonlarca yurttaş, diğer yanda Milyon Euro’ları, Dolar’ları dışarıya çıkaracak profesyoneller.
Bir yanda iş aramaktan dahi umudunu kesmiş milyonlarca genç insanımız, öte yanda Türkiye’de Cennet hayatı yaşayan yabancı gençler.
Bu ülkede çalışma yaşındakilerin %75 i On Bin dolarlık mal varlığı edinemezken, diğer yanda 90 Dakikalık futbol maçında, yıllık milyonluk antlaşmasının dışında 25 bin Euro ek ücret ve artı pirim alan yabancı top oyuncuları.
Yetmez efendim! Boğazda villa, altına çekilen lüks bir otomobil de cabası!
&&&
On Üç senedir uygulanan AKP’nin yanlış Dış politikasının faturaları uç vermeye başladı. Bir yanda PKK terörü yeniden hortlatılırken, (aslında hiç durmamıştı) öte yandan Uluslar arası Emperyalizmin din maskeli terör örgütü IŞİD belâsı Türkiye’nin üzerine salınmaya başladı. İktidar sözcülerinin, olayları gözden kaçırmak ve dikkatleri başka yönlere çekmek işin IŞİD yerine DAEŞ adını kullanmaları ise düşündürücüdür. Bu örgütün palazlanıp gelişmesinde ve bölgemize yerleşmesindeki rolleri unutulmamalıdır.
Suruç’ta katledilen gençlerin hesabını birileri vermek zorundadır. Bu ülkeyi Ortadoğu bataklığına ve Dinsel karanlığa çekmek isteyenler gerçek niyetlerinin ne olduğunu, kimlere hizmet ettiklerini topluma açıklamak zorundadırlar.
BOP’un ne anlama geldiğini, asıl amacın ne olduğunu anlayamayan bir siyasetin ve onun temsilcilerinin On Üç senedir bu ülkeyi yönetmeleri ve son seçimlerde %41 oy almaları hayli ilginç ve düşündürücüdür.
Sosyal suçlar genelde çok katılımlıdır. 21.inci Yüzyılda inatla AKP’ye körü körüne destek veren seçmen kitlesi de şapkayı önüne koyup, bu çıkmazdaki payını doğru hesap etmelidir.
&&&
Sözde Bayram yapıyoruz. Ne Bayramı? Yollardan ceset ve yaralı toplama Bayramı. Bu işlere artık bir son verilmelidir. Yurttaşlarımız kendilerini Trafik terörünün içine atmamalı, bu ülkenin değerlerini yitirmemelidir. Giderek Mazoşist bir topluma dönüştüğümüzü gözden kaçırmadan acılardan uzak durmak ve önlemlerimizi almamız herkesin yararına olacaktır.
Kimileri Türkiye pahalı bir ülke diyorlar. Gelir miktarı ve dağılımı bakımından geniş kitleler için oldukça pahalı bir ülke. Ancak İnsan canı ve hayatının fiyatı konusunda belki de Dünya’nın en ucuz ülkesi. Nasıl olsa ‘bu ülkenin anaları habire doğuruyor; bir canın ne önemi var’ diyenler var mı aramızda. Yeterli tedbirler alınmadığına göre, ihtimal böyle düşünenler var…
Acaba sizin canınız kaç para? Kaç paralık adamsınız? Hiç bunun hesabını yaptınız mı?
SİYASETİN SİSLİ KIVRIMLARI
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
2015 Haziran seçimlerinin bir gün öncesinde, ülkemiz, toplumumuz ve şahsımız adına gelecek ufkumuzu açacak umutlar içindeydik. Ancak 7 Haziran’ın ertesinde, bir kişinin ve bir partinin muktedirliğinin yıkılışı dışında, yeni bir siyasal yapı elemanlarının oluşmaması umutlarımızın puslanmasına neden oldu…
Hastalıklı bir siyasi yapımız var. Siyasetimiz Demokratik, toplumsal ve sınıfsal ideolojilerden oldukça fakir. Kişi egoları sınırlanamaz oranda yüksek ve toplum yararlarının üstüne çıkmış durumda…
Seçim sonrası yaşadıklarımızı değerlendirdiğimizde, partilerimizin siyaseten okur-yazar olmadıkları, el yoklamasıyla siyaseti yürütmek istedikleri anlaşılıyor…
Seçimlerden yenilgiyle çıkan AKP, Meclis Başkanlığı seçiminde, bekli de altyapısı seçim öncesi hazırlanmış olması muhtemel bir yardımla yarasının bir kısmını sarma fırsatı bulmuştur. MHP, siyaseten yorumlanması güç bir atraksiyon ve mantıksız davranışı ile AKP’nin duvarında oluşan hasarlardan bir kısmını onarmış, AKP’nin yenilgisini ödüllendirmiştir… MHP, liderinin siyasi davranışı ve gurubun lider davranışı karşısındaki çaresizliği ile Demokratik bir yapının hayli uzağında olduğunu da böylece belgelemiştir…
Seçim meydanlarında başlayan karşıtlık ve zıtlıklar, Meclis Başkanlığı seçiminde tavan yaptı ve Partiler birbirlerinin varlığını reddeder duruma geldiler. Bu zıtlıklar içindeki bir meclisten Ülke, Toplum, Hukuk ve Demokrasi adına sağlıklı sonuçlar alınamayacağı gibi, var olan yarım yamalak sistemimiz de her an hançerlenme tehlikesi ile karşılaşabilir…
Siyasi Partiler söylemlerini itici, bölücü, ötekileştirici kanaldan çıkarmalı, bütünleştirici, sevgi ve saygı ortamında eşit paydaşlar olması yolunda çaba göstermelidirler. AKP söylemlerini ‘Bizden-Sünni, Dindar’ parantezinden, MHP ağzını açtığında, Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde ‘Türk’lük’ üzerine söylemlerinden, HDP’ de Türkiye Partisi iddiasını sürdürürken, her söyleminde Besmele gibi ‘Kürt-Kürdistan’ söylemlerinden vaz geçmelidirler…
Sınırlar içinde aynı kimlikle ve aynı haklara sahip kitleleri ‘Halklar’ söylemiyle ayrıştırmaya kimsenin hakkı yoktur. Aslında ‘Halk’ kavramı çoğulu ifade eder ki; burada insanların renkleri, ırkları, inançları listelenmez, Hukuk karşısında hepsini eşit yurttaşlar olarak ifade eder. Partiler, yaşayan çeşitli gurup ve kesimler arasına yanlış tanım ve söylemleriyle duvar örmemelidirler… Hiç kimse karşısındakini yok sayamaz, saymamalıdır… Zıtlık ve ihtiraslarını toplum ve ülke yararlarının önüne koyamaz; koymamalıdır…
Siyasetin yolları düz ve pürüzsüz değildir. Yürüyüşünüz hiçbir zaman aynı tempo ve hızda olmaz. Karşınıza her an çeşitli engeller çıkabilir. Yollar kimi zaman çamurlu, kimi zaman taşlı, dikenli, kimi zaman da çelmeli ve puslu olabilir.
Maharet: Dikenli, taşlı yollardan puslu havalarda, ülke ve toplumu sağlıklı bir yapı içinde düze ve aydınlığa çıkarmaktır.
Maharet: Karanlık bir bataklığa sürüklenmiş ülkemizde, yoksulluk içinde, hukuksuzluk içinde boğulan, yalanın, talanın, toplumsal aldatılmışlığın kıskacında ezilen insanlarımızı adam gibi yaşatmaktır, çalınan onurlarını onarmaktır…
İktidar uğruna, insanlarımızı siyasetin sisli ve bilinmez kıvrımlarında kurban etmeyiniz. Hayatın ve siyasetin gerçekleri, göremediğiniz derin boşluk ve karanlıkları siz siyasileri de yutabilir!
BU GİDİŞİN SONU NE OLABİLİR?
Ab.aydinn42@hotmail.com
Ortadoğu halklarına has özelliklerimizle, üç-dört ay süren vaveyla içinde bir seçim daha geçirdik. Kimi sevindi, övündü, kimi yerindi, üzüldü. Seçim oyununun temel öznesi seçmen yurttaş ne halde? Acaba seviniyor mu, yeriniyor mu? En doğru ölçek zaman olacak galiba…
Siyasi bilinmezlik ortama hâkimken, siyasi partilerden sesler geliyor: Biz kaybetmedik, biz de kaybetmedik abi, biz barajı aştık, biz Milletvekili sayımızı artırdık, biz en büyük parti olarak çıktık bu seçimden! Kazanan kim? Kazanan da yok ortada…
Kaybeden kim? Sultanlık hayali kuranlar kaybetti. Başka? Ne hale düşürüldüğünü fark etmeyip, aynı torbaya şükür oyu dolduran geniş seçmen kitleleri kaybetti…
Tatlı hayallere kapılıyoruz zaman zaman. Nasıl bir toplum yapısı ve kültürü içinde yaşadığımızı unutuyor ve bir türlü ulaşamadığımız umutlara kapılıyoruz…
Seçim sonuçları HDP hariç, hiç kimsenin beklentilerine cevap vermedi. Hatta aşılması hayli problemli bir kaos ortamı yarattığını da düşünebiliriz. Seçim sonuçlarının tek cevabı var, Tek adamlık, Diktatörlük istemiyoruz!
Gerisi boş lâf olacağından, seçmenin dediğine göre bu ülkede
DEMEK Kİ:
· Hukuksuzluk yokmuş.
· Partizanlık yokmuş.
· Despotik davranışlar yokmuş.
· Madenlerde emekçiler ölmüyormuş.
· Ormanlar talan edilmiyor, HES’lerle doğa kurutulmuyormuş.
· Tarım çökmemiş, Patates, Saman ihraç eder olmuş.
· Köylü altın çağını yaşıyormuş, ‘Efendi’ olduğunu şimdi anlamış.
· İşsizler yaşamlarından çok memnunlarmış.
· Asgari ücretliler bu bize yeter diyorlarmış.
· Taşeron işçileri hayatlarından çok memnunlarmış.
· Sigortasız çalışanlar Sosyal Güvenlik istemiyorlarmış.
· Emekliler maaşları fazla geldiğinden kredi verir duruma gelmişler.
· Bu ülkede On Yedi milyon yoksul yokmuş.
· Kredi kartı borçları sorun değilmiş.
· Enflasyon ve hayat pahalılığı yokmuş.
· Cumhuriyetin Seksen senede yaptığı eserler, haraç-Mezat yandaşlara ve yabancılara peşkeş çekilmemiş.
· Gazeteler, Televizyonlar çok özgürlermiş, hiçbir baskı yokmuş.
· Gazeteciler, Yazarlar, Aydınlar hiç tutuklanmamışlar.
· Üniversiteler özgürlük içinde bilim üretiyormuş.
· Üniversite öğrencilerinin yurt, burs ve iş sorunu diye bir dertleri yokmuş.
· Kimi kurumlara sahte belgelerle kumpaslar kurulmamış, insanlar zindanlara tıkılmamış.
· Türkiye ekonomik olarak o kadar gelişmiş ki, Altı Yüz Milyar dolar borcu yokmuş, yılda Elli Milyar dolar dış borç faizi ödemiyormuş, Dış ticaret Seksen Milyar dolar açık vermiyormuş.
· İhaleler yandaşların çıkarına göre ayarlanmamış.
· Bu ülkede Rüşvet hiç olmamış. Hiçbir yetkili haram paraya yanaşmamış. Dün el parasıyla yurt dışında okuyan çocuklar Gemi Filosu sahibi olmamışlar. Villalar, arsalar, Yabancı Bankalara transfer edilen milyar DOLAR’lar, EURO’lar Allah’ın inayetiymiş.
· Komşularla hiçbir kavgamız yokmuş, ilişkilerimiz Yağlı-Ballıymış.
Seçim sonuçlarına göre, her şeyi iyi bilen seçmen (!) işte böyle diyor. Boynumuz kıldan ince. Seçmen Böyle dediyse böyledir(!) Bu gidişin sonu sizce ne olabilir?
KÂR ZARAR ORTAKLIĞI
ABDULLAH AYDIN
Abdaydinn42@hotmail.com
Demokratik seçimler, iktidarların ve siyasi Partilerin geçmiş yönetim süresinin bilânçosunun çıkarıldığı ve ülke geleceğinin programının yapıldığı plâtformlardır.
Genel seçimler aynı zamanda, ülkeler bakımından en büyük hesaplaşma eylemleridir ve karar mekanizmalarıdır.
Seçim döneminde foyamızı, defomuzu, başarılarımızı, yaptıklarımızı, yapamadıklarımızı ortaya döktük ve oylarımızla bir sonuca gittik. Bu sonuçta kaybedenler, kazananlar, pata kalanlar oldu.
Kim kaybetti, kim kazandı?
En büyük kayıp Tayyib Erdoğan’ın oldu. Tek adamlık, Sultanlık hayalleri kurarken, aşiretin büyük bölümü de elinden gitti. Söylem ve eylemleri ile dış itibarını kaybetmişken, seçimlerdeki taraflı davranışları ile yeminini inkâr edip, bir parti adına çalışması, itici, öteleyici, tahkir edici, bölücü, ürkütücü bir dil ve davranış içinde olması, siyasi rezaletin üstüne tüy dikti. Ve Tayyib Erdoğan büyük bir iç itibar kaybına da uğradı. Kaybetti!
Seçim döneminde topluma, yaşamını iyileştirir dişe dokunacak tek şey söylemeyen AKP ve Davutoğlu, Tarihin tozlu sayfalarında bir şeyler arar gibiydi. Meydanlarda palavradan nağmeler sıralarken, toplumun içine düştüğü yaşam mücadelesi ve bundaki aktif rolleri onları sanki hiç ilgilendirmiyor gibiydi. Kayıp bilânçosu ağır oldu: %8 oy, 72 Milletvekili ve iktidar.
AKP’nin kaybı giderek daha da büyüyecek. Bürokratik egemenlik, Basın Yayın tahakkümü, yandan çıkarlar kuş olup uçacak. Ve “ Hey gidi günler hey” diyerek hayıflanmaları pek uzak değil. Kaybettiler! Ancak; Seçimlerden birinci parti olarak çıkmalarını teselli armağanı olarak kabul edebilirler…
CHP belki de tarihindeki en etkin ve toplumun özellikle dar gelirli yoksul kesimine damardan giren söylem, vaat ve programlarıyla ilgi topladı. Ancak, seçim propagandaları çerçevesinde kimileri tarafından en ağır fatura yine CHP’ye yüklendi.
CHP’nin tarih boyu onurla taşıyacağı, bazılarına göre suç ve bazılarına göre günah olan faturada ‘Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ve Devrimler’ yazıyordu.
CHP iki seçimdir adeta ‘Joker’ görevi yapar gibi itham ediliyor. Oylarınde bir miktar düşüş olmuştur. Geçmiş bir seçimde MHP’nin, 7 Haziranda da HDP’nin barajı aşması için oy kaydırdığı söyleniyor. Ülkeye zarar verir bir despotizmi devirmek için yapılan bu oy kaydırması kimilerince ‘Makyavelizm’ olarak nitelenebilir. Ancak bu durum, bilinçle CHP seçmeninin siyasi bir taktik geliştirmesidir ve hedefini vurmuştur.
CHP bu seçimlerde ‘Pata’ durumdadır. Ülkeye zarar veren bir hedefi vurmuş, ancak iktidar amacına ulaşamamıştır. ‘Galip sayılır bu yolda mağlup’ denebilir…
MHP silik ve hamasete dayalı bir propaganda dönemine rağmen, oylarını ve Milletvekili sayısını arttırdı. Sadece Milliyetçilik üzerine oturtulan bir siyasetin de fazla yol alamayacağı unutulmamalıdır. Seçimden kısmen galip çıkmış sayılabilir…
7 Haziran seçimlerinin galibi HDP’ye, propaganda dönemindeki yumuşak söylemleri, barış içerikli mesajlarının kısmi oranda oy getirisi olmuştur. HDP için esas görev bundan sonra başlıyor. Sadece Terör korkusu ve etnik Kürt Milliyetçiliği üzerine oturtacakları bir siyasetin günümüz Dünyasında hayat bulması çok zordur. Dillerinden Etnisiteyi, omuzlarından Kalaşinkofu atmak zorundadırlar. Başarılarının Konjonktürel olduğunu da unutmamalılar…
Toplum yaşamı ilkelere bağlı kâr-zarar ortaklığıdır. Ortaklar birbirlerine saygılı davranmak zorunda olduğu gibi, birbirlerinin haklarını da kabullenmek ve korumak zorundadırlar.
Halkımız kısmen de olsa Tayyib Erdoğan’ın ihtiraslarının önüne set çekmiştir. Şimdi birileri, Bin Yüz odalı kâşanede “Saraylar yaptırdım döşemedim” türküsünü söylüyor olabilir. Bu ülkenin Sultana değil, Demokrasiye ihtiyacı var!
KİM YAPMIŞ KİM SATMIŞ
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Seçim dönemleri toplumların en hareketli, en sesli ve en cömert zaman dilimleridir.
Bu dönemlerde geçmişin siyasal ayıp ve günahları, yanlışları, başarıları, hataları, başarısızlıkları, övgüler, sövgüler, yergiler, alkışlar, yuhlar arasında bir bir ortaya dökülürken, biz sıradan yurttaşlarda ülkemizin ve toplumumuzun içinde bulunduğu durumu öğrenme fırsatı yakalarız... Gerçekler saklanamaz biçimde ortaya dökülür…
Seçim öncesinde siyasetçiler ve siyasi partiler Gökyüzüne bile sevgi, sevda ve umut ekerken, seçimin ertesinde kimileri neşeyle siyasi hasat yaparken, kimileride boşa kürek çekmiş olmanın ve eve boş dönmenin hüznünü, yorgunluğunu ve siyasi bir hazanı yaşar…
CHP’nin ekonomik programı ve sonra açıkladığı “MERKEZ TÜRKİYE” projesi hayli ilgi çekerken, AKP’de bariz bir şaşkınlığa neden oldu. CHP gündemi elinde tutarken, AKP’yi yeni arayışlara itti…
AKP seçim propagandasını Din ve hamaset üzerine oturturken, “Onlar konuşur, AKP yapar” sloganı en vurucu siyasi söylemleri oldu.
Slogan çarpıcı, ama gerçekçi değil. Gelecek yıllarda On Üç senelik AKP iktidarından arkaya, halkın yaşantısına katkı yapacak, yön verecek hiçbir şey kalmayacak. Övündükleri bölünmüş yollar bile azımsanacak ve eleştiri konusu olacak…
AKP ve Tayyip Erdoğan CHP’ye diyor ki; Bu memlekette dikili ağacın yok!
Gelin AKP’nin ‘Onlar Konuşur AKP yapar’ sloganının doğru olup olmadığını anlamak için sadece İkinci Dünya Savaşı sırasında, CHP’nin bir yandan Osmanlı borçlarını öderken, bir yandan da yapılanlara ve AKP döneminde satılanlara bir bakalım:
1939- Ergani Bakır işletmeleri, Karabük Demir Çelik Kok fabrikası, İstanbul Tramvay şirketinin hükümete devri, İstanbul tünel tesislerinin hükümete devri, Bursa ve Mersin elektrik tesislerinin devletleştirilmesi, Adana elektrik şirketinin devletleştirilmesi, Sivas Demiryolu Makine Fabrikası, İstanbul İETT, Karabük Demir Çelik Yüksek fırınları, Ankara Havagazı şirketinin devletleştirilmesi, Karabük Demir Çelik Boraks fabrikaları, Unkapanı Atatürk Köprüsü, İlk Türk Denizaltısının denize indirilişi, Sivas-Erzurum Demiryolu, Tekirdağ Şarap fabrikası.
1940 Kozabirlik, Türk Petrol Şirketi, 21 yerde Köy Enstitüsü, İstanbul Radyosu, Ereğli Kömür İşletmesi, Haliçte yapılan ikinci Türk Denizaltısı, Garp Linyitleri İşletmesi.
1941- Gebere Barajı, Petrol Ofisi, Türk Hava Kurumu Ankara uçak fabrikası, Elâzığ Cüzzam hastanesi.
1942- Dalaman ve Hatay Devlet üretme çiftlikleri, Bursa, Denizli, Mersin, Çorum, Urfa Kız Sanat enstitüleri, Eczacıbaşı İlâç Fabrikası.
1943- Zonguldak-Kozlu Demiryolu, İstanbul Atatürk Bulvarı, Diyarbakır-Batman Demiryolu, Seyhan Regülâtörü, Sivas Çimento Fabrikası, Ankara Fen Fakültesi.
1944- TZDK, İzmit Klor Alkali Fabrikası, İzmit Selüloz Fabrikası, Ankara Uçak Fabrikasında 140 Eğitim uçağı, Ambulans uçakları ve çok sayıda Planör, İzmit Gazete ve Sigara kâğıt fabrikası, Yeşilköy’de üretilen yerli ilk Türk yolcu uçağı denemesi. İstanbul Teknik Üniversitesi, Mersin Limanı, Gaziantep Havaalanı, Fevzipaşa- Malatya- Diyarbakır- Kurtalan Demiryolu, Sakarya Ziraat alet ve Makine Fabrikası, İzmir Yüksek Ekonomi ve Ticaret Okulu,
1945- Şirketi Hayriye’nin Devlet tarafından satın alınması, İskenderun Limanı, İlk yerli Ampulün üretimi, Balıkesir, Van, Rize, Erzurum, Erzincan ve Çankırı’da lise ve Enstitülerin açılması, Ormanların koruma amaçlı Devlet mülkiyetine geçmesi.
CHP’nin yedi Savaş yılı esnasında yaptıklarının yanında, AKP’nin yedi barış yılında sattıklarına bakalım:
2003- SEKA Balıkesir işletmesi, TAKSAN Takım Tezgâhları Sanayi, TZDK Sakarya Traktör İşletmesi, PETKİM Standart Kimya Şirketi, TEKEL Çankırı Kaya Tuzlası, SEKA Aksu İşletmesi, Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası, Kuşadası Limanı, SEKA Kastamonu işletmesi, GERKONSAN Gerede Çelik Konstrüksiyon Fabrikası, Trabzon ve Dikili Limanları, SEKA Taşucu Tersane alanı, SEKA Çaycuma İşletmesi, TCDD İzmir Limanı.
2004- SEKA Karacasu işletmesi, EBK Manisa et ve Tavuk Kombinası, ETİ Bakır işletmeleri, TEKEL Sekili Tuzlası, Bursagaz, ETİ Elektrometalürji, Sümer Holding Bakırköy işletmesi, Kütahya Şeker Fabrikası, THY kamu hisselerinin %23’ü, ETİ Gümüş, SEKA Ardanuç işletmesi, SÜMERBANK Diyarbakır İşletmesi, Çayeli Bakır İşletmeleri, TÜGSAŞ Gemlik Gübre Sanayi, TEKEL Alkollü İçkiler Sanayi, TEKEL’e ait 9 fabrikanın kapatılması, ESGAZ, ETİ Krom, TÜMOSAN Türk Motor Sanayi, İGSAŞ 8İstanbul Gübre Sanayi).
2005- Sümerbank Manisa Pamuklu, SEKA’ya ait 120 tesisin yıkımı, Şeker Kurumunun kaldırılması, Sümerbank Beykoz Deri Kundura, SEKA İzmit, Eti Seydişehir Alüminyum, TÜGSAŞ Tekirdağ depoları, TÜRK TELEKOM, Adapazarı Şeker Fabrikası.
2006- THY %28 i, ERDEMİR, Büyük Ankara Oteli, TEKEL Kaldırım, Kayacık, Yavşan Tuzlaları, TÜPRAŞ.
2007- TCDD Derince Limanı, Derince Maden sahası işletme hakkı, Araç muayene 1 ve 2. bölgeleri, TCDD Mersin Limanı.
2008- PETKİM, TCDD Bandırma ve Samsun Limanları, Ankara Doğal Gaza ait dokuz santral, TEKEL Sigara Sanayi, TEKEL’in Adana, Malatya, Tokat, Bitlis, Samsun Sigara Fabrikaları ve arazileri, Türkiye genelinde 60 Yaprak Tütün İşleme tesisi kapatıldı.
2009- Başkent Elektrik Dağıtım, Meram Elektrik Dağıtım, Kastamonu, Kırşehir, Turhal, Yozgat, Çorum, Çarşamba şeker Fabrikaları satıldı.(Yargı kararıyla durduruldu)
Satılanların paraları ne oldu? Yandaşa, candaşa, kardeşe, oğullara, ortak havuza, Uçağa, Zırhlı makam arabalarına ve zevkü sefaya gitti.
Sonra? Sonrası Hukuksuzluk, yoksulluk, yolsuzluk, işsizlik, açlık, iç karmaşa ve Despotizm!
Yedi Haziran Seçimleri bu ülke insanı için ölçüm ve imtihan günü olacaktır. Ya Özgür insanlar gibi onurlu ve başı dik yaşamayı seçecek, ya da yarı köleleşmiş zavallılığı tercih edecektir. Tercih milletin kendisine aittir!
Toplum Çıkış Yolu Arıyor
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar karşılıklı etkileşim döngüsü içinde yaşarlar. Kırdaki çiçekle taşın, havayla suyun, güneşle ayın, yıldızların, denizdeki balıklarla havada uçan kuşların, insanlarla hayvanların, bitkilerin birbirlerinin varlığına ve etkisine ihtiyaçları vardır.
Hayvanların etkileşiminde ve ilişkisinde İçgüdü, Alışkanlık, Şartlanma, koklama gibi hassalar ön plâna çıkarken, İnsanlardaki ilişki ve etkileşimde Bilinç ve Madde ilişkisi öne çıkar. Akıl yürütme ve mantıksal yorumlama belirleyici unsur olurken, çevresel faktörlerde İnsan ilişki ve yönlenmesinde önemli rol oynayan etmenlerdir…
İnsan örgütlemesinde en geniş olanı İnanç (Din) bazında olan örgütlenmeler olup, renk, milliyet, meslek, yaş ve cins ayrımı yoktur. Geleneksel yanı vardır, tercih yanı vardır ve gönüllülük esasına dayanır. Hiyerarşik yapısı hukuksal değil, duygusaldır. Özünde, hiçbir kişisel çıkar ve maddesel ilişkiye dayanmaz…
Devlet ve Ulusal örgütlenmeler, iş ve meslek bazında örgütlenmeler ve Siyasal örgütlenmeler İnsanların doğrudan günlük yaşamına etki eden ve onu doğrudan etkileyen, geleceği hakkında da karar verebilen örgütlenmeler olup, gönüllülük yanında, belirli oranda zorunluluğu ve yasallığı da gerekli kılar… Karşılıklı görevler ve haklar belli esaslara dayanır.
Legal örgütlenmeler içinde, İnsanların günlük yaşamlarını ve geleceklerini en fazla etkileyen örgüt yapıları Siyasal Partilerdir. Partilerde, doğrudan ve dolaylı güç kullanımı fırsatı vardır ve karar verici konumdadır. Dolayısıyla kişisel ve toplumsal etkileşimi oldukça etkilidir, yönlendiricidir. Kişisel ve toplumsal yaşamın yönlendirilmesinde ve kalitesinde doğrudan ve dolaylı müdahil olmasına rağmen, katılım gönüllülük, kişisel ve sınıfsal tercih esasına dayanır…
Siyasal Partilerin bu etkileşim yönlendirme ve güçlerinin etkisine, 7 Haziran seçimleri Propaganda süresince yakından tanık olacağız. Açıklanan seçim bildirgelerinde, bu güne kadar rastlamadığımız boyutta Ekonomik tercihler ön plâna geçmiş görünüyor. Dar gelirli ve yoksul yurttaşın, bu ekonomik vaat denizindeki inanmışlığını ve tercih nedenlerini ancak seçim sonuçlarını görünce değerlendirebileceğiz. Sonuçlar, ülkemizdeki Siyaset ile yurttaş arasında kurulacak köprü için hareket noktası ve temel gösterge olacaktır…
Ancak, seçim sonuçlarının sadece ekonomik vaatler üzerinden değerlendirmek ve seçmeni, gelecekte sadece bu yönde değerlendirip yönlendirmek de içinde tehlikeler taşıyabilir. Seçmen gelecek tercihlerini, tüm değerleri yok sayarak, sadece ekonomik veriler elde etmek doğrultusunda kullanmaya yönelebilir. Böyle bir durum da, her şeyi bir kenara iten, sadece işin Ekonomik getirisi ile uğraşan çıkarcı bir seçmen kitlesinin oluşumuna neden olabilir… Ki; Demokrasi ve ülkenin geleceği için en büyük tehlikelerden birine dönüşebilir…
Açıklanan seçim bildirgelerinde en inandırıcı olanı CHP’nin seçim bildirgesidir. CHP açıkladığı metinle, bu güne kadar telaffuz dahi edilmeyen yurttaş taleplerine dokunmuş, bu ülkede ne kadar insanın yaşam zorluğu içinde olduğunu ve ne kadar yurttaşımızın çaresizlik içine itildiği gerçeğini de gözler önüne sermiştir. İktidar Partisi AKP’nin yıllardır yurttaşa yutturduğu uyuşturucu söylemlerin asılsızlığını da kulaklar işitecek, akıllarda kalacak biçimde söyleme dökmüştür. AKP açıkladığı bildirgeyi, CHP’nin bildirgesini gördükten sonra revize etmek zorunda kalmıştır. Diğer Partilerin bildirgeleri ise sadece basit birer kopyalamadır.
CHP’nin bu çıkışı, Siyasetimizde ve toplumumuzda şok etkisi yaratmıştır. CHP, kişinin günlük yaşamına dokunan bu önerileriyle, ülke Siyasetindeki varlığını ve gerekliliğini güçlendirmiştir. Soyut söylemlerin seçmen katında fazla değer taşımadığı, aç bir canlının ön talebinin bir lokma yiyecekle başladığı unutulmamalıdır. Kişi ve toplum yaşamının diğer alanlarının genişletilip güzelleştirilmesi, açlık, yokluk korkusunun yok edilmesiyle mümkün olabilir. CHP’nin bu ince noktayı yakaladığı görülüyor…
Propaganda döneminde CHP, toplumda ses getiren ve umutların yeşermesini sağlayan bu vaatler manzumesini, ülkedeki Demokrasinin ve Ekonominin gerçekleştirilmesi mümkün Parametreler üzerine oturtmalıdır. ‘İşsizlik nasıl önlenecek, istihdam nasıl sağlanacak, yatırımlar nasıl arttırılacak?’ ‘Yok edilmeye çalışılan ve büyük oranda erozyona uğrayan Cumhuriyetin Bağımsızlık ve Devrim Paradigmaları yeniden nasıl hayata geçirilecek?’ ‘Parçalanmak üzere olan ülke ve toplum birliği nasıl sağlanacak?’ ‘Hukuk sistemi adalet dağıtır hale nasıl getirilecek?’ ‘Çağdışına çıkarılmış eğitim Ortaçağ hurafelerinden, sömürü çarkına çevrilen Sağlık sistemi paradan nasıl arındırılacak?’ sorularını anlaşılır basitlikte sözlü plânlamayla halka sunmalı ve toplumun desteğini istemelidir…
Türkiye Altmış yıldır Demokrat görünümlü baskıcı hükümetlerden, ara rejimlerden, Askeri yönetimlerden bıktı, usandı. Toplum bir çıkış yolu ve bu yolda kılavuzluk edecek örgütlü bir güç arıyor. CHP bir ivme yakalamış gözüküyor. Bu çıkışını toplumun arayışları ile bütünleştirebilirse, Türkiye siyasal bir değişimle, sosyolojik bir Devrimi iç içe yaşayabilir. Bu değişim, Türkiye’nin İnsanlık tarihindeki onurlu yürüyüşün devamı demektir…
İKİ EFSANE, İKİ SEVGİ, İKİ NEFRET ERGENEKON-NEVRUZ
Abdullah AYDIN
abdaydin42@Hotmail.com
Efsaneler, semboller toplulukların tarihle ilişkisini sağlarken, aynı zamanda var oluşlarının moral kaynaklarındandır. Her topluluk efsaneleşmiş sembolleri ve sembolleşen efsaneleri ile övünürler, kıvanırlar.
Topluluklar çoğu kez, asırlarca söylenen ve zaman zaman kitaplara da geçen efsanelerin doğruluğunu, kendisi ve geçmişi ile olan ilişkisini pek fazla araştırmaz, deşelemez. Anlatılanlar, yazılanlar onun için doğrudur ve öyle kalmalıdır. Efsaneler ve semboller kimi kişiler ve gruplar için, aidiyet adresi gibidirler. Moral değerler oldukları için, korunmalarında mutlak gereklilik vardır.
Ülkemiz insanının da inandığı ve hiçbir zaman kirlenmesini istemeyeceği iki değeri var. Değerlerden biri ERGENEKON efsanesi, diğeri ise 21 Marta denk gelen NEVRUZ BAYRAMI dediğimiz gündür. Bu iki efsane ve manevi sembol, ne yazık ki bu ülke insanları tarafından akıl almaz ölçüde hırpalanmakta, tahrip edilmekte ve etnik ölçülere çekilerek küçültülmektedir.
Küçültülerek, tahrip edilerek etnisiteye kadar indirilen bu iki değer, insanlar ve gruplar arasında çekişmeye, hatta çatışmaya kadar varan karşıtlığa neden olabilmektedir. Bütünleştirme, toplumsal bir şemsiye görevi yapması gereken değerler, nerde ise düşmanlığa neden olabilecek sebepler durumuna getirilmişlerdir. Korunması ve saygı duyulması gereken bu efsaneler ve semboller nedir acaba?
ERGENEKON; Orta Asya"da yaşayan Türk kavminin, düşmanları tarafından aldatılarak yok edilmeleri, düşmanlarının elinden kurtulan iki kardeşin, zaman içinde güçlenerek tekrar yeni bir örgütlenme ile eskisinden daha güçlü birliktelik sağlayarak düşmanlarını yenmelerini ve daha sonra çeşitli doğal olaylar, felâketler nedeniyle yaşadıkları toprakları terk etmek için, maden dağlarını eritmelerini ve bir kurdun yol göstericiliğinde, Orta Asya"dan çıkışlarını anlatır.
Türklerdeki örste demir dövme ve ateşten atlama geleneği de yine Ergenekon efsanesini sembolize eden bir gelenektir. Yunan ve Romalıların da buna benzer, bir kurdun iki kardeşi emzirerek büyüttüğünü anlatan efsaneleri vardır. Bizim Ergenekon efsanemiz mi doğru, yoksa Romalıların Romüs-Romülüs kardeşler efsanesi mi doğru? Bu zamana kadar böyle bir tartışma yapılmadı ve bu konuda verilmiş bir tarih ve kültür kararı da yok.
NEVRUZ ise daha geniş bir alanı ve çok sayıda etnisiteyi kapsayan bir efsane. "Yeni gün" anlamına gelen Nevruz, söylentilerden ve yazılı belgelerden günümüze ulaşan bilgilere göre, çok daha geniş bir coğrafyada Türkler, Farslar, Kürtler, Afganlar, Azeriler, Gürcüler, Zazalar, Türkmenler, Arnaavutlar, Tacikler, Kırgızlar, Özbekler, Yezidiler, Bahailer ve Zerdüştler tarafından törenlerle kutlanmaktadır. Kutlama nedeni gece ve gündüzün saat olarak eşitliği (Ekinoks) ve Bahar mevsiminin başlangıcı olarak kabul edilmesidir.
Bu iki manevi kutsal etnik ayrımcılığa kurban gitmek üzeredir. Ergenekon, sağ bir siyasi partinin sembolü gibi kullanılmakta ve günlük siyasi polemikler ve çıkarlar içinde temel felsefesinden uzaklaştırılmaktadır. Siyasi sahiplenme karşıtlarının da doğmasına neden olmaktadır. Nevruz ise, daha da küçültülerek ve haksız ölçüde sahiplenilerek, Kürt etnisitesine mal edilmeye çalışılmaktadır.
Ergenekon, son yılda, bir çete örgütlenmesine yaftalanarak yıpratılmaya çalışılmaktadır. Siyasi bir davaya dönüştürülen Ergenekon, iktidar tarafından her türlü muhalifi adeta yok etmenin aracı olarak kullanılarak yıpratılmaktadır. Nevruz ise, bir terör örgütü ve onun uzantısı bir siyasi parti tarafından ayrımcı , ayrılıkçı, tahrik edici ve toplumsal çatışma nedeni olarak kullanılmaktadır.
Bu iki efsane değer, bu coğrafyada, bu topraklarda yaşayan tüm insanların ortak değeridir ve öyle olmalıdır. Ergenekon Türk ırkçılığının, Nevruz Kürt ırkçılığının içine sığmayacak kadar büyüktür ve değerlidir.
Toplumun en küçük bir parçasının bile kabullendiği, tarihi, sosyal ve kültürel değerler titizlikle korunmalı ve gelecek nesillere birleştirici değerler olarak devredilmelidir…
Medeni toplumlar kutsal değerleri çatışma nedeni olarak kullanmazlar, kullanamazlar. Dar kalıplara sığınmak, ancak geri kalmış yığınların anlamsız davranışlarıdır… Davranışlarımızla, biz hangi sınıfa giriyoruz acaba…
ON EMİR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Semavi (Göksel) dinlerin ilki sayılan ve Musa kanalıyla tebliğ edilen ‘Musevilik’, on temel ilke üzerine oturmuş bir inançtır. İki taş tablet üzerine Musa’nın işaret artmağı ile yazıldığı söylenen on emir, bir maddesi hariç (ibadet ve istirahat günü olan Cumartesi) diğer dokuz maddesi İslâmi kurallara birebir uyuyor.
Semavi dinlere aynı zamanda tek Tanrılı dinlerde deniyor. Tek Tanrı’yı üç Dinde kabul ettiğine göre, temel ilkelerde çarpıcı farklılıkların olmaması doğaldır. İslâmiyet’in en gelişkin Din olduğu iddiası da bu devamlılıktan kaynaklanmakta, Dinlerinde Demokrasiler gibi gelişerek günümüze ulaştığı söylenmektedir.
Tek Tanrı’lı Dinler, genelde toplumların kargaşa ve kokuşma içine düştükleri dönemlerde ortaya çıkmışlardır. Toplumları ortak paydalarda buluşturmak, bozulmayı önlemek ve barışçıl bir ortam yaratmak var oluşlarının temel nedeni olmuştur.
Dinler, doğuş dönemlerinde sosyal ve siyasal kurumların görevlerini de üstlenmiş gibiler. Örneğin: İslâmiyet’teki Fitre ve Zekât kurumu hem bir vergilendirme, hem de Sosyal bir yardımlaşma uygulamasıdır. Ayrıca toplumların idari yapılandırılmalarında da önemli roller üstlenmişlerdir.
Günümüz Siyasal uygulamaları, halen Dünya insanlığının hayatında önemli oranda yönlendirici rol oynayan Dinsel ilke, yönelim ve yönetimlerden pek fazla farklılık göstermiyor. Özellikle geri kalmış toplumlarda, Dinsel inançlar ve kurumlar Siyaset arenasında belirleyici elemanlar olarak kullanılıyor ve toplumlar siyaseten şekillendiriliyor.
Günümüz Türkiye’si, Musa’ya gönderilen on emir kadar sevimli olmayan ve geniş kitlelerin kolay benimsemeyeceği ve toplumu uzlaştırma şöyle dursun, daha da karmaşık duruma getirecek, kızgınlıkları arttıracak, hatta iç çatışmayı körükleyecek bir dayatmayla karşı karşıya. Emperyal kışkışlamayla şekillenen Kürt terörü ortaklarının ( HDP-PKK-APO) deklare ettiği, Siyasi, Hukuki ve Askeri talepler (emirler-saçmalıklar) içeren siyasi bir ‘on emir’ Devletin-Hükümetin önüne sürülmüş bulunuyor.
Bir-iki maddesi dışında hiçbir kurum ve yetkilinin kabul etmeyeceği on emir maddelerinde neler yok ki:
Yeni bir Devlet yapısı içinde;
Yurttaşlık tanımının yeniden yapılması,
Yerel yönetimlerin yeniden yapılanması,
Hukuksal yapının yeniden yapılanması,
Siyasi yapının yenden şekillendirilmesi,
Resmi dilde değişiklik,
Teröristlere af, hatta çeşitli uygulamalarla ödüllendirmeler,
Öcalan’a sekreterya, dolayısıyla Devlet yönetimine ortaklık,
Tüm terör ilgililerine Siyaset serbestisi,
Çalışmaları takip edecek çeşitli komisyonların kurulması gibi talepler var.
Bu taleplerin normal Devlet yapısı içinde kabulü olası değildir. Talepler Türkiye Cumhuriyetini askıya alıyor, varlığını neredeyse yok sayıyor. Kuruluş ve var oluş paradigmalarını tümden reddetmiş görünüyor.
Bu talepler, tüm toplumun ortaklaşmadığı sözde ‘çözüm sürecinin’ ülkeye ve topluma dayatılan saçmalıklar bildirgesidir. Sürece hiçbir katkı yapmayacağı gibi, toplumu daha da ayrıştırmaya neden olacaktır. Bu taleplerle ülkenin iç barışı çok uzaklarda görünüyor. Buralara neden ve nereden geldik? Sıradan Demokratik hakların toplumdan kıskanılması, asgari İnsan Haklarına ve Hukuksal haklara riayetsizlik, Sosyal eşitsizlik en etkin sürükleyici nedenler oldu. Siyasi basiretsizlik, bu ülkede adeta yönetim biçimine dönüştü. Sürecin buraya dayanmasında, AKP iktidarının tavizkâr ve siyasi çıkar anlayışının etkisi de yok sayılamaz, affedilemez…
Bir ulu emir de Tayyip Erdoğan’dan geldi. Buyurmuş ki: Türkiye Anonim Şirket gibi yönetilmeliymiş! Bu şirketin CEO’su kim olacak? Senin hissen ne olacak, benim hissem ne kadar olacak? Bilmem gerek. Bu şirkete yatırım yapmayı düşünüyorum da(!)
TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Son birkaç yıldır ülkemizde, hatta kimi başka ülkelerde en fazla dillendirilen soru; “Türkiye nereye gidiyor?” sorusudur.
Gerçekten Türkiye nereye gidiyor?
Eminim ki bu soruya ülkeyi yönetenler ve bu ülkeyi yön şaşırması içine sokan siyasilerde doğru cevap veremiyorlar.
Kronolojik sıra gözetmeden son On beş-Yirmi günde yaşadıklarımızı gözden geçirerek soruya birlikte cevap arayalım:
Kimine göre Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyin dedesi, kimine göre Selçuklu Sultanı Alpaslan’ın kumandanı olduğu ileri sürülen Süleyman Şah’ın Türbesinin ve içindeki ne olduğu bilinmeyen sandukaların taşınma olayı.
Uluslararası anlaşmayla, mülkiyeti Türkiye adına tescillenmiş bir toprak parçasının, çeşitli bahanelerle birkaç kez yeri değiştirildi (Üstelik kutsal kabul edilen bir Türbe). Son olarak Türkiye sınırında himaye altında bir yere taşınması, senin ülke varlığını hedeflemiş bir terör yapısının flamasıyla çifte bayraklı bir görüntü verilmesi yönetenler ve yetkililerce kabullenildi, toplumdan da kabul edilmesi istendi… Böylece Türkiye tescilli toprağını terk etmiş oldu.
“Bu operasyonu yağdan kıl çeker gibi yaptık” diyenler, ölen ve yaralanan askerlerin başına neler geldiği konusunda toplumu yeterince bilgilendirmediler, olanları normalmiş gibi sundular…
İç Güvenlik Yasası diye, Türkiye’yi Faşizme götürecek bir teklif sopa-kötek yoluyla Mecliste kabul ettirilmek isteniyor. Bu yasa önerildiği haliyle Meclisten geçerse, işte o zaman ‘yandı gülüm keten helva’. Ülkemizdeki yarım yamalak Demokrasiye de paydos zili çalabilir…
AKP Hükümeti PKK ile oturduğu masada, Meclisin geneli dışında yaptığı görüşmelerle sonuca varmaya çalışıyor. AKP-HDP-KANDİL-APO arasındaki paslaşmalar ciddiyetten uzak, tavize, ödüne ve çıkara dayalı sonuçlandırmaya çalışılıyor. Meclis habersiz, Millet habersiz. PKK’nın ‘Türk Ordusu Silâh bıraksın’ demesi, işin ne kadar sulandırıldığını ve ciddiyetten uzaklaştığını göstermiyor mu?
Tayip Erdoğan’a bulunduğu makamlar yetmemiş olacak ki; istiyor, istiyor, istiyor! Her şeyi biliyor; Hukuk desen hukuk, Ekonomi desen ekonomi, Siyaset desen siyaset, Spor desen spor, Dış Politika, iç politika; her şeyi, her şeyi biliyor(!) Adam baştan aşağı allâme(!) Şimdi de Merkez Bankasına taktı kafayı. Derdin ne olduğu çok sürmez ortaya çıkar… Ağzından düşürmediği şarkısı da ‘Başkanlık da başkanlık’!
İki savaş uçağı aynı anda düşüyor ve dört Pilot şehit oluyor. Neden, nasıl oldu bu iş kimse bilmiyor, sonuçtan bu milletin haberi yok… Demek ki ölen elin oluyor!
Doğubayazıt’ta üç askerimiz arkadaşı tarafından öldürülüyor, Afganistan’da görevli askerlerimize saldırılıyor, ölü ve yaralı var. İlgililerden tıs yok!
İzmir’de bir Üniversite öğrencisi karşıt görüşlülerce öldürülüyor, yine Üniversiteli bir kızımız tecavüz edilip parça parça doğranıyor, Dokuz yaşında bir kız çocuğumuza tecavüz ediliyor ve tecavüzcüsü tarafından ‘O da sokakta gezmeseydi’ diyerek suçlanabiliyor. Yetkililerse kendilerini korumak, popolarına koltuk aramakla meşguller!
Tayip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’a suikast yapılacakmış(!) Yahu, Sümeyye Erdoğan’ın Sosyal ağırlığı ne ki ona suikast yapılsın. Bu uydurma ve yalan senaryolar artık bıkkınlık verir oldu. Milletin aklıyla daha fazla dalga geçilmesin!
Türkiye son on yıldır iki dönemi birden yaşıyor. ‘Tarih tekerrürden ibarettir’ sözünü doğrularcasına 1402 -1413 arası Yıldırım Beyazıt’ın oğullarının taht kavgaları yüzünden oluşan Fetret, yahut Fasıla-i saltanat devri; yani iktidar boşluğu dönemi. Ülkeyi aslında kim yönetiyor belli değil. Yaşadığımız diğer zaman dilimi ise 1718 de başlayıp 1730 de Patrona Halil isyanı ile sonlanan Lâle yani Zevk-ü sefa) devri. Varsın Milletin anası ağlasın, kimin umurunda!
Türkiye’nin, ‘içine düştüğü boşluğun ve açmazın ana sebepleri diyebileceğimiz bu aptallıkları yaşamak zorunda mıydı’ diye kendimize birçok soruyu birden sormamız ve yanıt aramamız gerekiyor. Kendimizi kişisel ve toplumsal sorgulamazsak çıkış yolu ve çare bulmamız oldukça güç görünüyor…
Ülkede kimi düşünen ve toplumun önderlik beklediği kimi değerli insanlar, gelişmelerin ve yöntemlerin çapraşıklığı içinde fikir ve bilgi üretmeye ne yer, ne de zaman bulabiliyorlar. Milletçe sıra dışı olayların arkasından sürüklenip gidiyoruz…
Türkiye yorgun! Türkiye Kırgın, küskün! Ancak oldukça da kızgın. Haziran seçimleri ne olup ne olmadığımızı ortaya koyacak. Yığınsal kuru kalabalıklar mıyız, her zorluğa rağmen özünde, benliğinde, insani, hukuki ve Demokratik değerleri kavramış çağdaş bir toplum muyuz?
Sorunun cevabı sandıktan çıkacak ve nereye gittiğimiz belli olacak!
YALNIZIM
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Günlük konuşmalarda sıkça kullanılan bir deyim var; “Yalnızlık Tanrı’ya mahsustur” derler. Yalnızlık, doğal sonuçlarla olduğu gibi, sosyolojik olaylar veya kişisel davranışlar sonucu da oluşabilir. Yalnızlık insanları mutlu sonlara götürüyor mu bilmem, ama acıklı sonlara götürdüğü çokça rastladığımız bir gerçektir…
Yalnızlık üzerine birçok kitap yazıldığı gibi, Türkülerimizde, Şarkılarımızda, Şiirlerimizde de sıklıkla yazım ve söylem konusudur…
Sesini uzun yıllar zevkle dinlediğimiz Zeki Müren’in bir şarkısının ilk kıtası şöyle diyor:
Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar
Yeryüzünde sizin kadar yalnızım.
Bir haykırsam belki duyulur sesim,
Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım.
Orhan Veli Kanık ‘YALNIZLIK’ adlı şiirinde şöyle sesleniyor:
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle:
Nasıl koşar aynalara
Bir cana hasret!
Attila İlhan da ‘YALNIZLIK’ şiirinde hislerini şöyle anlatıyor:
Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır,
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım,
Bu gece dağ başları kadar yalnızım.
Her üç dizede de, yalnızlığın insan üzerindeki olumsuz etkisinden ve ruhsal tahribatından yakınılıyor, korkular dile getiriliyor, insani duygular korku ve endişeyle dışa vuruluyor…
Bizim Devletlûlar (Cumhurbaşkanı- Başbakan- Bakanlar) her ne hikmetse iç sorunları dış ülkelerde dile getirmeyi, açıklamayı, karşısındaki siyasileri eleştirmeyi, karalamayı gelenek haline getirdiler. Dış ülkelerde ve uçakta basına (Yandaş basına) yapılan açıklamaların çoğu içeride yapılmıyor, basın ve halk yeterince aydınlatılmıyor.
Tayip Erdoğan Güney Amerika gezisini bir gün evvel bitirdi. Sebebi sorulduğunda ‘Vatan Hasreti’ gibi pek inandırıcı olmayan bir bahane üretti. Erken dönüşün asıl nedeni kendinde saklı olmasına rağmen, insanlar bu konuda çeşitli varsayımları ortaya atarak, oluşmuş bir kabullenilmezliği dillendiriyorlar. Uçakta dillendirdiği “yalnızlığı umursamıyorum” ifadesi yeteri kadar ilgi ve kabul görmediği anlamını taşıyor ve erken dönüşün işaretini veriyor…
Tayip Erdoğan’ın dönüş yolunda uçak basın toplantısında ki (!) Gazeteler ‘iki Devrimci Sohbet ettiler’ diye yazmasına cevaben: “Önemli olan halkın devrimidir, silahla devrim değil. Halk sandıkta devrim yapar, silahla yapılan devrim değildir” diyor. Bu ifade ile esas hedeflenen Küba devrimi değil, Ulusal Kurtuluş mücadelesi ile bağımsızlık ve Cumhuriyetin kurulmasıdır, arkasından gelen devrim hareketleridir. Padişahlığın, Halifeliğin kaldırılması Osmanlı özentileri için halen kanayan bir yara olarak addedilmekte, Cumhuriyet ve devrimleri karşı hedefe konmaktadır…
Tayip Erdoğan “Halklar nezdinde yalnızlık yok. Liderler nezdinde olabilir. Bu durum kıskançlıktan kaynaklanıyor olabilir” diyor. Bir ricamız olacak. Tayip Erdoğan bu Ulusa ‘Türkiye’yi kim ve neden kıskanıyor?’ sorusuna açıklık getirmesidir. Öğrencisine Okul, Öğretmen, Hastasına Hastane, Hekim, ilâç, beş milyon işsizine iş bulamayan, nüfusunun yarısı açlık sınırının altında yaşayan, her yıl elli milyar dolar borç faizi ödeyen, her yıl bütçesi yetmiş-seksen milyar dolar açık veren bir ülkeyi kim ne için kıskansın? İneğine saman satın alan tarım ülkesini kim ne için kıskansın? Bin yüz odalı Cumhurbaşkanlığı sarayı yaptırıp içinde kendini yalnızlığa mahkûm edenler bu sorulara anlaşılır cevaplar vermek zorundalar…
Başbakan Davutoğlu Dışişleri Bakanı iken, Türkiye’nin Dış Politikasına temel olacak bir lâf etmişti;’Komşularla sıfır sorun’ demişti. Doğru olan bu hedef, yanlış uygulamalarla tüm komşularla anlaşmazlıklara dönüşmüş ve kendi tabiri ile “ Değerli yalnızlık’ politikasına ulaşmıştır. Yanlış politikalar Türkiye’yi Uluslararası etmen olmaktan uzaklaştırmış ve ülkeyi ‘tecrit edilmiş bir ülke’ durumuna düşürmüştür. Ayrıca dış tecrit, giderek iç tecrit ve iç yalnızlık tehlikesi de taşıyor…
Yanlış politikalardan derhal vazgeçilmeli, ülke, bölge ve Dünya gerçekleri çerçevesinde bir dış politika oluşturulmalıdır. Dış Politika ‘kabadayılık’ gösterisi değildir. Bölge ülkeleriyle barışın her yolu aranmalı ve bulunmalıdır…
Cumhurbaşkanı ve Başbakanın yürüttüğü yanlış politikalar sürdükçe Türkiye’nin yalnızlığı artacak ve tümden dışlanmaya kadar gidecektir ki; Türkiye bunu kak etmiyor…
Yedi milyar insanın yaşadığı bir Dünya’da, yalnızlaşan bir ülkenin yalnız vatandaşı olmak hiçbirimizin kabulleneceği sonuç değildir…
Yönetenler kendilerine horozları, sokak kabadayılarını değil, akıl ve bilimi rehber almak zorundadırlar…
DEMOKRASİLER PARALEL YAPILARDIR
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@Hotmail.com
Son bir yıldır siyasi tartışmalarda (özellikle iktidar kanadından), Basın ve Yayın organlarında, Polis Karakollarında, Adliye koridorlarında, Avukat yazıhanelerinde, Hapishane koğuşlarında en çok duyulan kelime “PARALEL” söylemidir.
Paralellik, aynı yönü, kesişmezliği, koşutluğu, hedef birlikteliğini ifade eder. Birbirine çarpan, birbirini tırmalayan yapılarda Paralellik olmaz, çatışma olur…
Rahatsız edici bir sıklıkta tekrarlanan bir anons var: “Paralel yapı darbe yapacak!”, “Paralel yapı ajanlık yapıyor!”, “Paralel yapı ihanet ediyor!”, “Paralel yapı Ekonomiyi, Eğitimi, Sağlığı ele geçirmeye çalışıyor!”, “ Paralel yapı Polisi, Bürokrasiyi ele geçirmeye çalışıyor!”, “Paralel yapı Devleti ele geçirmeye çalışıyor!”…
Bu konudaki söylemler ve kimi uygulamaların toplumsal yansıması rahatsız edici boyutlara ulaştı. Herkes rahatlıkla bu ‘Paralel’ torbasının içine atılabiliyor, düşman cepheden sayılabiliyor. Toplumu kuşku ve korkunun sarmış olduğu bilinen bir gerçek. Bu gerçek toplumsal yaşantıyı yönlendiriyor, şekillendiriyor…
Gerçek Demokrasiler aslında Paralel yapılardır, örgütlenmelerdir. Toplumdaki Sosyal tabakalar, Sınıflar yasal çerçevede ortak paydalarda buluşurlar. Ana tema, karşılıklı hakların kabulü ve bu haklara karşı saygı ve saldırmazlıktır. Yasal ortaklık hükümlerine, ortak paydaların kesişmezliğine ve yönetim katılımında paydaşlığa uyan tüm sivil toplum örgütlenmeleri Demokrasinin olmazsa olmaz paralelleridir…
Siyasi Partilerin tümü, Sendikalar, Dernekler ve diğer tüm Sivil Toplum Kuruluşları Anayasal ve Yasal çerçevede Demokrasinin Paralelleridir. İddia edildiği gibi, Devletin içinde Yasal zemini ve görevi tanımlanmamış yapılar Paralel olamazlar…
AKP ve Hükümet kendi içinde bir karmaşa ve o karmaşaya paralel bir kavga ve değişim yaşıyor. Bu karmaşa sadece AKP’yi ilgilendirse sorun değil. Milli Güvenlik Kurulu toplantı ve çalışmalarında bile Türkiye’nin birincil sorunları arasında sayılıyor ve Devletin bununla mücadele etmesi gerektiği belirtiliyor…
Gelelim son iki yıldır yaşanan ve “Paralel” olarak adlandırılan orta oyununa: Dünya’daki savaşların büyük çoğunluğunun, devletlerin ve Hükümetlerin yıkılışının nedenleri ‘Paylaşım’ sorunudur. Aynı ailenin çocukları olan AKP ve Gülen Cemaatinin esas kavga sebebi de paylaşımdaki anlaşmazlıklardır. Karşıt guruplar gibi adlandırılmalarına rağmen, aslında çıkar ortaklarıdır. Birlikte devleti, Hükümeti ve ekonomik verileri ele geçirmeyi amaçlayarak oluşturulan ortaklık, her iki yönüyle güç doyumuna ulaştıklarında birbirlerini taşıyamaz duruma gelmişler ve karşılıklı yok etme kavgasına düşmüşlerdir…
AKP’nin kuruluş ve iktidara gelişinde çeşitli şaibeler dillendirilirken, Gülen Cemaatinin toplumdaki genişlemesi hep kuşkulu olmuştur. İki cephenin Devleti ele geçirme, Cumhuriyete ve Devrimlere karşı davranışları, Demokrasiye bakış açıları, Hükümet ortaklığında siyaseten kesişince, beraber yürüyüş de başlamış oldu…
Aslında her iki gurubun liderlerinin söylemleri oluşumun temel gerçeğini ortaya koyuyor. Fethullah Gülen müritlerine ‘sessiz ve derinden gitmelerini, gücü ele geçirince öldürücü yumruğu vurmalarını’ öğütlüyordu. Tayip Erdoğan daha önceleri Cami ve Cami cemaatlerine ‘Kışla, Miğfer, Süngü ve Asker’ gözüyle baktığını açıklamış ve slogan haline dönüştürmüştü…
Her iki gurubun da kuruluş, Hükümet ediş ve var oluş gayelerine büyük oranda ulaştıklarını söyleyebiliriz. Silâhlı kuvvetler, Polis teşkilâtı, Yargı sistemi ortaklığın baskısı altına alınırken, kimi Demokratik ve insani haklar askıya alınmıştır. Devletin kimi Ekonomik kurumları, ülkenin ve toplumun tüm zenginlikleri taraftarlara ve yabancı ortaklara peşkeş çekilmiş durumda. Eğitim sistemini çağ dışına itme ve kazanç kapısına dönüştürme, topum sağlığını Uluslar arası ilâç ve Medikal şirketlerinin isteği doğrultusunda şekillendirme konusunda istediklerini elde etmişler, ülke tarımını çökertmişlerdir…
Ortaklar tarafından Devlet ve ülke işgali büyük oranda tamamlanınca tek başına sahiplenme duygusu öne çıkmış ve kavga başlamıştır. Bu ülkeye ortaklar kendi ismini vermeye çalışıyor. AKP-Fethullah Gülen cemaati arasındaki kavgalı orta oyununda seyrettiğimiz her yönüyle ‘paylaşım’ kavgasıdır…
Seçimler yaklaşıyor. Dileğim, komşumuz Yunanistan’da olduğu gibi, halkımızın bu seçimlerde gerekli basiret ve cesareti göstermesidir…
KÜFFARA HİCRET
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Mensubu olduğum inancın kurucusunun, maruz kaldığı baskılar sonucu göçe (Hicrete) zorunlu kalması ve göçün doğurduğu sonuçlar günümüzde bazı sonuçların çıkarılmasına yardımcı olacak dersler içermektedir.
Göç (Hicret), insanlığın tarih boyu kaderi olmuştur. Kimi zaman savaş nedeniyle, kimi zaman Dinsel nedenlerle, kimi zamanda Ekonomik nedenler dolayısıyla insanlar bir başka yere göç etmişler veya göç etmek zorunda kalmışlardır…
İnsanlığın en büyük sosyal ayrışmalarının nedenlerinden biri, belki de en belirleyicisi inanç (DİN) farklılıkları olmuştur. Dogmatik düşüncelerin kıskacındaki insanlık, yarıp geçemediği bu baskının altında sadece kendi doğrularını kabullendiğinden, farklılık arayışlarına girdiği her an ve yerde kendini kavganın içinde bulmuştur. Ve sonuç, çoğu kez ölüm veya bulunduğu yeri terkle sonuçlanmıştır…
Güneş hep Batıya yürüyor; İnsanlık da çoğu zaman batıya yürüyor, göçüyor. Güneş’in batı yürüyüşü, değişmez bir doğa (Tabiat) olayı iken, insanlığın batı yürüyüşü siyasal, sosyolojik ve ekonomik nedenlere dayanıyor…
Tarih içinde batıdan batıya, batıdan doğuya da yer değiştirmeler, göçler var. Ancak bu gidişlerin tümü zorunlu bir gidiş, mevcut şartlardan kaçış değil, daha geniş olanaklar elde etmek amacı taşıyanlar var. Batıdan Güney Afrika’ya, Hindistan’a, Çin’in bir bölgesine, Avustralya’ya, Yeni Zelanda’ya yapılan gidişler (yer değişmeler) göç veya Hicret değil, yönetmek ve emperyal amaçlar için gerçekleşmiştir…
İslâm dini semavi dinler içinde son din olması dolayısıyla en gelişkin ve kapsayıcı olduğu bir gerçektir. Ancak kendini yenileme konusunda hayli yavaş kaldığı ve giderek tutuculaştığı, iç anlatıma sıkıştırıldığı yadsınamaz. Daha çok anlatıma ve yol göstericiliğe sahip olmasına rağmen, günlük yaşamda insanları yeteri kadar etkilemediği de bir gerçektir…
Özellikle Hıristiyanlık Rönesans ve Reform hareketleri ile kişilerin ve toplumların önüne çeşitli açılımlar sunarken, İslâmiyet oldukça tutucu davranarak, kimi Ortaçağ dogmalarına sarılı kalmış, en sosyal din olmasına rağmen, mensuplarının fikirsel ve bilimsel açılımlarının önünde engeller oluşmasını önleyememiştir…
Engellerin katılığı, Ortaçağın karanlığına ışık tutan İslâm bilgeliği, fikir yapılanması ve sosyalliğinin önüne kimi duvarlar örmüş ve tutuculuğun pençesine düşmesine ve toplumların geri kalmasına neden olmuştur…
İslâm toplumlarının son yüz yılı acı, savaş, ölüm ve sömürüyle boğuşarak geçmiştir. Tüm zenginliklerini ve insan kaynaklarının büyük bölümünü bu karmaşada yitirirken, emperyal silâh tekellerine akıttıkları zenginliğin hesabı bile tutulamaz…
İslâm dünyası rahat yaşamayı unutmuş gibidir. Çağımız dünyasında en büyük yer değiştirme ve göç olayı İslâm dünyasında olmaktadır. Üstelik göç kendi içinde değil, neredeyse tümü, tutucu İslâmcıların ‘Kâfir’ olarak niteledikleri Hıristiyan ülkelerine (Küffara) olmaktadır…
Bu durumda bazı gerçekler ortaya çıkıyor ki, bu gerçekler can yakıyor. Anlaşılıyor ki İslâm toplumlarının yönetimlerinde hatalar var, yanlışlıklar var. Toplumlar gerici Feodal yapıyı aşabilmiş değiller. Egemen kişi ve gurupların baskı ve egemenliği toplumları kuşatmış durumda. Despot, işbirlikçi yönetici ve yönetimler elinde Emperyal ülkelere ucuz işgücü ve Pazar olarak tutuluyorlar. En demokrat kesilen ülkeler, en gerici yönetim ve yöneticilerle işbirliği içinde toplumların tüm zenginliklerini paylaşıyorlar…
Göç geri çevrilebilir mi? Çevrilebilir. Bu konuda İslâm düşünürlerine, yöneticilerine, Üniversitelerine, sivil toplum kuruluşlarına, sanayicilerine, iş adamlarına büyük görevler düşüyor. Öncelikle İslâmi din akideleri günümüz insanının yaşamına cevap verir nitelikte yorumlanmalıdır. Uhrevi yönü değil, dünyevi yönü, sosyal üstünlükleri, insani değerleri ön plâna çıkarılmalıdır. Cennet ve Cehennem, Günah ile Sevap arasına sıkıştırılarak, korku anaforunda yapılan din yorumu ve yönlendirmelerinden kaçınılmalıdır…
İslâm ülkeleri yöneticileri Despotizmden ve emperyal işbirliğinden vazgeçmelidir. Üniversiteler fikir ve bilim üretme konusunda daha çok çalışmalı, ekonomik çevreler üretime yönelmeli ve dış mal simsarlığından kaçınmalıdırlar. Toplumlarda Demokrasi talebini yoğunlaştırmalı, iç ve dış baskı guruplarının taleplerine boyun eğmemelidir…
Halkı sevmeden, insani değerleri önemsemeden, fikir, bilim ve teknoloji üretmeden, sadece baskıyla, insanlara tarın güvencesi vermeden, ölüm ve yoksulluk içinde yaşayan toplumları bir arada tutamazsınız. Kaçar o ülkeden; hem de hiç ummadığınız yerlere. Gideceği yer kâfir yurdu, yardım isteyeceği kâfir olsa da!
&&&
GÜNCEL: TBMM Araştırma Komisyonu yolsuzluklar konusunda siyasetçilerimizi aklamış ve “Hırsızlık, Yolsuzluk yoktuuur!” demiş.
İnanmayan ya darbecidir ya da paralelci!
KUMPASZADELER-KUMPASZEDELER
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
KUMPAS, dilimizde yasadışı, örgütsel kirli işler için ve kalleşçe davranışlar için kullanılan bir kelimedir. Sokak ve yeraltı raconuna aittir. Kelime eyleme dönüşünce, içine Entrika, Hile, Dalavere, Fesat, Tuzak, Dolap, Komplo, Yalan, İhanet, Üçkâğıt, Çıkar, Kazık, Hırsızlık, Gasp, Kundakçılık, Cinsel kötülük, Haram ve Günah gibi İnsan ahlâkına sığmayacak onur zedeleyici sonuçların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hepsi de toplum ve kişi yaşamını zedeleyen davranışlardır…
Osmanlı saray tarihi irdelendiğinde, tarihinin büyük bölümünde, yönetsel kadrolar arasında çeşitli Kumpas oyunlarını görmemiz mümkündür ve Saray yaşamının adeta kuralı gibidir… Padişahların öldürülmesi, görevden alınması, yeni Padişahların göreve getirilmeleri, saray mensuplarında kimilerinin öldürülüp, kimilerinin sürgüne gönderilmeleri, farklı kişi ve grupların arasında anlaşarak ortaya koydukları kumpasların sonucunda olmuştur…
Ülkelerin tarihlerinde, çeşitli kumpaslar yapılarak olayların yaratılması, yönlendirilmesi ve yön değiştirmelerini görmek mümkündür. Kumpas tarih boyu devam mı edecek? Eder de, etmez de! Ancak, gerçekten hukuk ve insan hakları temeline oturmuş bir Demokrasi kumpasları önleyebilir, hukuksuzlukları ve mağduriyetleri önleyebilir…
Özellikle sosyal, ekonomik ve siyasal bunalım dönemleri Kumpas kurmak için tatlı bir zemin oluşturur. Ülkemiz Kumpasçılık bakımından oldukça şanslı-şanssız bir ülke diyebiliriz; çünkü bunalımdan bunalıma atlama gibi bir alışkanlığı edinmiş durumda…
Osmanlı’ya çok meraklı olan iktidar partisi AKP, basına yansıyan söylentilere göre üçlü bir kumpasın ürünü olarak kurulmuş. Emperyalizmin BOP ve ARAP BAHARI oyunu ve Ortadoğu’da haritaların değiştirilebilmesi için aranan mutemet siyasi yapı, ‘Erbakan’ın kabul etmediği dış dayatmaları kabul eden Tayip Erdoğan – Abdullah Gül çifti birlikteliği ile oluşturulmuş, kurulan kumpasın şartlarını kabul ettikleri için desteklenerek iktidara getirilmeleri sağlanmıştır’ deniyor…
Zamanın Başbakanı Tayip Erdoğan Kürsülerden bu iddiayı doğrularcasına, biz ‘BOP Eş Başkanıyız’ diye kendisine övünç payı çıkarırken, kendisinin, Partisinin ve Türkiye’nin içine çekilmek istenen çukuru fark edememiştir. Tehlikenin farkına vardığında Eş Başkanlık övgüsünden vazgeçerek bu kelimeleri kullanmaktan kaçınmıştır. Olan olmuş, yafta yapışmıştır. Tüm kaçınmalarına rağmen, AKP’nin üzerideki ‘Kumpaszadeler’ yakıştırmasını silmek zor olacaktır ve tarihe öyle yazılacaktır…
AKP’nin Kumpaszade olarak siyasi hayatımıza girmesi kimilerine göre önemli olmayabilir. Asıl üzerinde durulması gereken husus, iktidar dönemlerindeki uygulamaları, Sosyal, Siyasal, İdari ve Hukuki bakış açılarının zaman ve toplum taleplerine yanıt verip vermemesindedir. AKP toplumun çağdaş taleplerine cevap veremediği gibi, ülkede ‘Kumpaszede’ yığınların oluşmasına neden olmuştur. İşin garibi, Kumpaszade olmasına rağmen, kendisi de Kumpaszede durumuna düşerek, iç ve dış Kumpas oyunlarının içine düşmüş, düşürülmüştür…
Hukuk zemini aranmayan ülkede, KUMPAS toplumsal hayatımızın yönlendiricisi konumuna gelmiş, yeni yeni sınıfların oluşmasına neden olmuştur. Kumpaszadeler ülke zenginliklerini talan ederken, Kumpaszedeler sınıfı giderek büyümüş, büyürken de sessizleşmiştir. Ülkede iç Kumpas ortaklıkları da oluşmuş ve çoğu kez istedikleri hayat alanını bulabilmişlerdir.
Kimilerinin bilerek veya bilmeyerek, önden, yandan, arkadan içinde oldukları ve katkı verdikleri Kumpas oyunlarının Türkiye’yi içine düşürdüğü durumun vahametini hep birlikte yaşıyoruz. Acı ama saklayamayacağımız gerçeklerimizi şöyle bir sıralarsak:
a-Ülkenin bir bölgesinde, Otonomi, Özerklik hatta bölünme konuşulur olmuş, bölgesel plânlar bunlar üzerinden yapılıyor.
b-Hukuk sistemi yerle bir olmuş, yargıya güven duyulmuyor.
c-Ülke sınır güvenliği kalmamış, tüm komşularla problemler yaşanıyor.
d-İnsan Hakları, özellikle kadınların hakları yerlerde sürünüyor.
e-Ekonominin büyük bölümü kayıt dışına kaymış durumda.
f-Tarım ve Hayvancılık üretimi küçük üreticinin elinden çıkarılmış, yok edilmiş.
g-7 Milyon yurttaş açlık sınırının altında, 45 Milyon yurttaş yoksulluk sınırının altında yaşıyor.
h-Gelir dağılımı allak bullak. Nüfusun % 20 si gelirin %46 sını alırken, bir diğer % 20 si ulusal gelirden ancak %2.2 pay alabiliyor.
I-Eğitim ticarileşiyor ve çağ dışına itiliyor, Sağlık tümüyle ticarileşiyor.
k-Maden ve İş kazalarında, Trafik kazalarında her yıl binlerce insanımız ölüyor ve binlercesi de sakat kalıyor.
Tüm bunları dikkate aldığımızda, ülkemiz çeşitli kumpaslara karşı mücadele etmek zorunda kalıyor. Kumpaslar sadece İnsanlar ve Guruplar arasında kurulmuyor; ülkeler arasında da kuruluyor. Ülkemiz her türlü kumpasa açık hale getirilmiş, her türlü sömürüye açılmış, kurala bağlı olmayan ‘Kır Pazarına’ dönüştürülmüş durumda…
İç ve dış kaynaklı kumpaslar ve kumpaszadeler biz kumpaszedeleri yutup yok etmeden karşı durmak ve ülkeyi yaşanabilir Özgür Yurttaşlar ülkesi haline getirmek için çabalarımızı arttırmamız gerekiyor. Bu ülkede eşitliği, özgürlüğü ve insan gibi yaşanılabilirliği sağlamak, bu ülkede yaşayan herkesin asgari yurttaşlık ve insanlık görevidir. Kimse ‘amaan, bana ne’ diyemez, dememelidir!
ÇIKARLAR VE SAHTE KELÂMLAR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Yirminci Yüz Yıl Siyaset literatüründe dört kelime yoğun kullanımları nedeniyle dikkat çekiyor. Hangi dili konuşsanız, hangi sayfayı çevirseniz bu dört kelime karşımıza çıkıyor, dilimize dolanıyor…
Devletlerin ve insanların yaşamlarından öteleyemediği bu dört kelime, tümden birbirlerini tamamlayan kelimeler değil. Beri yanda ‘Barış ve Demokrasi,’ öte yanda ‘Savaş ve Silâh’ var. Çoğu yerde ve hayatın çeşitli anlarında, aynı söylem ve metinlerde birlikte kullanılan bu kelimeler birbirleriyle pek de barışık ve ardışık değiller…
Barış ve Demokrasi, İnsanlığın gelecek ideallerinin gerçekleşmesi doğrultusunda temel değerler dizisini oluştururken, Savaş ve Silâh, gerçekleştirilen veya gerçekleştirilmek istenen İnsani ideallerin yıkılması ve yokluğu yolunda kullanılan materyaller olarak kullanılıyorlar…
Bu kadar bir birine zıt kelimelerin çoğu kez birlikte zikredilip kullanılmasının gerekçesi nedir o zaman? İşte, işin püf noktası burası! Soruya cevap verebilmemiz için ‘Dünya Savaş tarihini’ ve ‘Emperyal Sömürü Tarihini’ irdelememiz gerekiyor…
Her canlının yaşama güdüsü doğal bir veridir. Yaşamasının temel şartı da beslenmedir. Beslenme şartı ve besin maddelerini elde etme zorunluluğu da savaşın temel gerekçesidir. Önceleri sadece beslenme anında oluşan anlaşmazlıklar, mülkiyet duygusunun gelişmesiyle şiddetini artırmış ve giderek savaşa dönüşmüştür. Mülkiyetin ve üretimin Kapitalistleşmesi giderek sömürgeciliğe dönüşmesiyle de, özellikle İnsanlar ve İnsan gurupları arasındaki çatışmalar acımasız sonuçlar doğurur duruma gelmiştir. Günümüzde de savaşların acımasızlığı giderek artmaktadır…
Silâh, İnsanın var oluşuyla tarihlenebilir. Ancak, ‘Ateşli Silâhların’ bulunuşu 10’uncu Yüz yıla dayanmasına rağmen, savaşlarda etkin biçimde kullanımı 13 üncü Yüz yıla kadar uzamıştır. Kullanım gecikmesinin nedeni ise ateşleyici ve itici etkin bir maddenin olmayışıdır. ‘Barutun’ 11 inci Yüz yılda bulunup, 13 üncü Yüz yılda etkinleştirilmesi ve kullanıma sunulmasıyla, Silâhın İnsanlık hayat ve tarihindeki yeri belirleyici ve kimi zaman da yönlendirici olmuştur…
Ateşli Silâhların savaş alanlarında kullanılması hem savaş çerçevesini genişletmiş, hem de savaşları daha korkutucu ve kanlı hale sokmuştur. Savaşın kanlı ve korkutucu sonuçları, İnsanın doğasında zaten var olan sahip olma ve başkalarını kullanma isteğini kamçılamış, ‘Köleliğin’ ve ‘Sömürgeciliğin’ yollarını açmıştır. Geliştirilen her silâh sömürgeciliği daha acımasız ve kanlı hale dönüştürmüş ve giderek küreselleşmiş ve ‘Emperyalist Sömürüye’ dönüşmüştür. Günümüz İnsanlığının en büyük düşmanı işte bu Emperyal sömürüdür ve onu uygulayanlardır…
Savaşın ‘Barışı’ doğurduğunu da söyleyebiliriz. Hatta Barış Savaşla ikiz kardeş gibidir. Doğumu, çoğu kez anlaşmazlıkların ve savaşların ardından geliyor. Çünkü kavga, Savaş ve anlaşmazlık olmasa ‘Barış’ kelimesini kullanmaya ve Barış aramaya gerek olmayacaktı…
Antik Yunan’ı bir kenara bırakırsak, ‘Demokrasi’ 20’inci Yüz yıl ürünü bir değer. İnsanlık bir yandan birbirinin kanını emmeye, karşıtlarını yok etmeye çalışırken, bir yandan da Barış içinde ve Demokratik bir ortamda yaşamanın yollarını arıyor. Demokrasiye ulaşmanın asgari koşulu ise ‘Savaşsız, Sömürüsüz’ bir dünya sisteminin kurulmasında yatıyor. İnsanlığın bu konudaki arayışları da takdire değer bir çaba olarak değerlendirilebilir…
Bu dört kelime bütün Dünya insanlığı tarafından kullanılmasına karşın, en fazla kullananlar her yönüyle (Ekonomik, Siyasi, Kültürel, Askeri yönden) güçlü olan ülkelerdir. Silâh sanayinin gelişimi ve yoğun artı değer getirisi nedeniyle sömürgeciliğin çok yönlü itici gücü olmuştur. Zayıf ve geri kalmış halklar, ülkeler silâh tehdidiyle korkutularak veya yok edilerek zenginliklerine el konulurken, çeşitli savaş kışkırtıcılığı ile guruplar arasında antlaşmazlıklar yaratıp, satım yoluyla yoksul ve çaresiz kitlelerden gelir aktarımı yapılmaktadır…
Dünya haritasına göz attığımızda, insanlığın yarıdan fazlası savaş ve karmaşa içinde yoksulluk, yolsuzluk, fakirlik, kan ve gözyaşı içindedir. Bu ülkeler silâh ararken, barış ve Demokrasi aramaya fırsat bulamamaktadırlar. Silâh, Savaş ve sömürüyü birbirinden ayrı değerlendiremeyiz... Bunlara ancak Barış ve Demokrasi ile cevap verebiliriz. Sömürgeciler, göz diktikleri ülkelere dostluk, işbirliği, Demokrasi yaveleri ile girerken, asıl amaç (Sömürü) hep gizli tutuluyor. Kurulan ilişkiler, yapılan antlaşmalar hep güçlülerin lehine işliyor…
Ülkemiz de bu tuzağın içine düşmüş durumda. Bir tarafta yapılan anlaşmalarla zenginliklerimiz Uluslararası sermayeye akıtılırken, bir yandan da emperyal silâh sanayine oluk gibi para aktarıyoruz. Bize söylenen ucu tatlı, arkası acı ve acıtıcı kelamlara kapılıp, kendimizi başkalarının emellerine alet ediyoruz…
Bu günkü yoksulluğumuzun temelinde de başkalarının tatlı, ama sahte kelamları, yalan söylemlerine inanma saflığımız yatmıyor mu?
KANTARIN TOPUZU
ADULLAH AYDIN
Abaydinn42@Hotmail.com
Kaçtı mı? Kaçtı… Hem de epeyce kaçtı.
Kaçan ne diye sormayın: ülkede her şeyin ayarı bozuldu, kantarın topuzu iyice kaçtı…
“Kantarın topuzu kaçtı” lâfı, Anadolu kültüründe yaşamın her alanındaki bozukluğu, aşırılığı ve kabullenilmezliği ifade eder. Bu yıllarda kantarın topuzunun iyice kaçtığı bir dönem yaşıyoruz…
Devlettin, ülkenin ve halkın bütünlüğünden tutun da, ücra bir dağ köyünde yaşayan yoksul vatandaşın içinde bulunduğu şartlar bile tepeden tırnağa bozuldu, düne göre kötüleşti… İç savaş çığlıkları Parlamento üyeleri tarafından dillendirilir oldu… Her taraf tehdit kokuyor, şantaj kokuyor…
Bozulmayan ne kaldı ki ülkede? Bir ülke ki, Hukuk (Adalet) temeli kaymış, Parlamento etkisizleştirilmiş… Açlık birkaç milyonla, yoksulluk on milyonlarla ifade ediliyor olmuş… İşin sevinilecek tarafı da var (!) Açık ve gizli Milyarder sayımız Dünya’da sözü edilir duruma gelmiş(!) Ulusal gelirin %80 i nüfusun %20 i tarafından ceplenir olmuş… Peki, bu durumda Kantarın Topuzu nerede acaba?
Devlet olmanın üç temel şartı ve görevi vardır:
Yurttaşın can ve mal güvenliğini sağlamak, ülkede Hukuk ve Adaleti geçer kılmak.
Yurttaşın Sağlığını korumak, herkesin bu haktan eşit yararlanmasını sağlamak.
Yurttaşlarına Eğitim ve Öğretim hizmeti sunmak ve herkesin yararlanmasını sağlamak.
Hukuk ve Adalet yaşamın her alanında gerekli olan bir unsur. Onlar olmayınca ne Devlet hayatı, nede kişisel hayatlar varlıklarına korkusuzca sürdüremezler.
Ekonomide de adalet en çok aranandır. Aç, yoksul, yaşam zorluğu çeken İnsanlardan toplum ve Devlet adına fazla bir şey bekleyemezsiniz. Ülkenin artı değerlerinin mümkün olduğunca eşit paylaşılması, birlikte yaşamanın temel şartlarındandır. Acaba, Türkiye’de artı değer paylaşımı ne kadar eşit, iki küçük örnekle göz atalım:
“Türkiye” ismini kapsayan iki isimden biri ‘Türkiye Futbol Direktörü’ Fatih Terim. Bir diğeri, ‘Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’ Tayyib Erdoğan.
Fatih Terim’in aldığı Yıllık ücret 3.5 Milyon Euro. 2014 yılı Ekim ayı kurlarına göre 9.730.000 (Dokuz Milyon Yedi Yüz Otuz Milyon) lira. Aylık 810.000 (Sekiz Yüz On Bin) lira. Şimdi bu ücreti diğer ücretlerle karşılaştırıp Adalet aramanın yollarını bulmaya çalışalım:
Türkiye Futbol Direktörü= 29.000 TL Maaşlı 28 Cumhurbaşkanı,
“ “ “ = 14.000 TL “ 58 Başbakan,
“ “ “ = 4.342 TL “ 190 Başbakanlık Müsteşarı,
“ “ “ = 13.500 TL “ 61 Milletvekili,
“ “ “ = 5.000 TL “ 162 Profesör,
“ “ “ = 4.450 TL “ 186 Uzman Hekim,
“ “ “ = 2.500 TL “ 324 15 yıllık memur, Öğretmen,
“ “ “ = 1.300 TL “ 623 Ortalama işçi-Memur emeklisi,
“ “ “ = 891 TL “ 909 Asgari ücretli işçiye,
“ “ “ = 0.000 TL gelirli 810.000 işsiz (birer simit) değerindedir(!)
Tayyib Erdoğan’a Çankaya Cumhurbaşkanlığı Köşkü yetmemiş olacak ki; toplumsal tarihi bir miras üzerine, yasaları yok sayarak 1000 odalı kaçak bir kâşane yaptırıyor. Bedeli, Bir Milyar Yedi yüz Milyon (1.700.000.000) TL harcanıyor(!) İki Yüz Eli (250) odalısı da yoldaymış(!)
Açlık sınırının altında yaşayan Altı Yüz Bin (600.000) aile başına, Yirmi Sekiz Bin Üç Yüz Otuz (28.330) TL yardım yapılabilecek bir miktardır. Bu parayla Otuz Dört Bin (34.000) aile ev sahibi yapılabilirdi!
Tayyib Erdoğan için Bir Milyar (1.000.000.000)TL civarında da Uçak, Helikopter, Zırhlı araba, makam arabası ve çevresine yığdıklarının kullanımı için hizmet aracı adı altında otomobiller alınıyor(!)
Sadece taşıt için harcanan parayla, büyüdüğü, geliştiği söylenen ülkede, işsiz, hiç kazancı olmayan, çoğu kez aç gezen Beş Milyon (5.000.000) yurttaşa İki Yüz (200) gün birer simit yedirilebilirdi(!)
Siz, yumruk yemek, canınızı acıtmak ve sinirlerinizi germek için haraç verdiniz mi? Türkiye verdi. Bu aracılığı yapan kim? TFF ve Türkiye Futbol direktörlüğü. Üç Milyon (3.000.000) Euro ver, el Samba yapsın, sen seyret ve dört gol ye. Bu para Spor yapmak isteyen engelli yurttaşlarımız için, tanesi İki Bin Beş Yüz (2.500) TL akülü engelli arabası için harcanamaz mıydı? Harcanırdı, harcanırdı, ama birileri için gösterişli olmazdı!
Yasalar, uygulamalar ve sosyal davranışlar toplumlara hayat veren zincirleme canlı organizmalar gibidir. Hareketleri birbirini besler, hayat verir, yönlendirir. Devlet ve toplumların hayatları, bu organizmaların uyumuna bağlıdır. Devleti yönetenler yanlış ve çarpık uygulamaları ile kurumlar ve Sosyal tabakalar arasındaki yaşam eşlemesini (senkronizasyonunu) bozdukları zaman, o toplumun ve Devletin yaşam hakkını ihlâl ediyorlar demektir ki; bu affedilemez bir suçtur…
Devletin ve kurumların başından iki örnek. Memleket ‘Yağma Hasan’ın Böreği’ olmuş. Bu gidişle kantarın topuzu börek tepsisine düşebilir, kantarın sapı bir yerlerimize saplanabilir…
CHP’nin TARİHSEL MİSYONU
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@Hotmail.com
Türkiye’de en kolay işlerden biri Parti kurmaktır. İşyeri ve masa başı sohbetlerinde, eş-dost ziyaretlerinde, iş ilişkilerinde altyapısı, programı tartışılmış, hedefleri belirlenmiştir zaten. İşin içine bir-iki haramzadeyi de kattın mı, Finans yönü de tamamlanmış demektir… Bu gecekondu partiler yalan ve palavra bombardımanına biraz hamaset, biraz da Din-İman serpiştirdiler mi; al sana iktidar… Hurra! Düşün peşime…
Hep mi böyle kuruluyor partiler? Hayır! Var olan Yetmiş Parti içinde, ne yazık ki, hayatın, mücadelenin içinden gelen, kuruluş felsefesini, ilke ve amaçlarını Ulusal Kurtuluş Mücadelesinden alan, bağımsızlığı temel alan bir Parti var; CHP. CHP’nin kuruluş amacı, iktidar olmak, iktidar nimetlerinden yararlanmak, toplumu parçalayıp yandaş yaratmak değildir. Temel amaç ülkenin ve halkın bağımsızlığıdır. Temel hedef Demokratik, Lâik Sosyal bir Hukuk Devletidir; özgür, gelişmiş çağdaş bir Ulus oluşturmaktır...
CHP siyasi gevezeliklerin, rant hesaplarının yapılacağı, köşe dönmenin merdiveni olarak kullanılacak bir parti değildir. Bu amaçlarla CHP’den kopan, zaman zamanda Hükümet olan hiçbir siyasi yapılanma, toplumdan yeterli onayı alamadı, hayat bulamadı…
Kimileri, moda deyimlerin ve çarpıtmaların etkisinde kalarak “Yeni CHP” yavelerini dillendirir oldular. Buna eğimli olanların ağababalarının, temel felsefe ve ilkelerden rahatsız oldukları unutulmamalıdır. CHP’nin yenileşmesine, çağdaş doğrultuda gelişmesine, Demokratik Program ve kadrolaşmasına evet! Ama CHP’nin tarihini, temel Dünya görüşünü, ilkelerini göz ardı ederek, soyut anlamda yeni CHP demek iyi niyetle bağdaşır gözükmüyor… CHP, kimi güncel özentilerden ve kişisel çıkarlara yönelik propagandalardan da özenle kaçınmalıdır…
CHP kuruluşu, yaptıkları ve varlığının sürekliliği ile Türkiye için hayati Misyon yüklenmiş ve o misyonunu devam ettiren bir partidir. 2015 Milletvekili Genel seçimlerine giderken, Parti yetkililerin açıklamalarına göre misyonuna uygun 17 maddelik “Umuda Yolculuk” başlığı altında sıraladığı güvencelerle gidiyor. Toplumu ikna etmenin zorluğu dikkate alınarak, yoğun bir iletişim ağının kurulması zorunludur…
CHP bu seçimleri sıradan bir seçimmiş gibi değerlendirmemeli, “Umuda Yolculuk” ‘MANİFESTOSUNU’, çoğunluğu rahatsız olan ülke insanının taleplerini içeren, kokuşmuş, tümüyle dejenere olmuş bir sistem ve yapıyı değiştirmeyi hedefleyen açık, net, anlaşılabilir, ülke gerçeklerine uygun Plânlanmış, uygulanabilir bir “DEMOKRATİK DEVRİM” projesine ve Partinin dilini ve yönünü de sola döndürerek sunmalıdır…
Sadece seçime yönelik bir seçim stratejisi değil, ilkeleri temellendirilmiş, hedefleri belirlenmiş, ülke ve toplum talepleri ile uyuşan, taleplere cevap veren bir güven ortamının oluşturulması kaçınılmazdır…
CHP’nin topluma sunduğu yaşam Manifestosunu birkaç başlık altında topladığımızda, Türkiye’nin ana sorunları gün gibi ortaya çıkıyor. Sorunlarımız ana başlıkları ile.
Üretim ve istihdam sorunları,
Vergi ve paylaşım sorunları,
Yargı ve Hukuk sorunları,
Terör, Etnik ve Dinsel sorunlar,
Eğitim ve Sağlık sorunları,
Seçim sistemimiz ve Siyasi Ahlâk sorunlarımız olarak sıralanıyor.
Hepsi bunlar mı? Elbette değil, daha bir sürü sorunumuz var çözü bekleyen. Ancak yukarıda sayılanların tümü ‘Devlet Olabilmenin’ ön şartlarındandır. Yapamazsanız, size Devlet demezler, Aşiret derler...
2015 seçimleri Türkiye için dönüm noktası olabileceği gibi, birçok Parti, özellikle CHP için de dönüm noktası olacaktır. Seçim sonuçları Türkiye’yi Orta Doğunun karanlık çöllerine çekebileceği gibi, çağdaşlığın aydınlığına da çıkarabilir. CHP’nin misyonu, bu seçimlerde aydınlığa açılan bir kapı olmayı zorunlu kılıyor… İkna ve inandırıcılığı göz ardı ederek sağa yaslanma eğiliminden, kadro devşirme eğiliminden de vazgeçmelidir. Siyasi şaşılığın sonun başlangıcı olduğu da unutulmamalıdır… CHP bunu başarabilecek güç ve yapıdadır, kendine güvenmelidir…
Başaramazsa ‘iki arada bir derede’ kalmış bir parti olarak yoluna sendeleyerek devam edecek, başarırsa, Kuruluş ve var oluş Misyonunu yerine getirmenin gururu ile ışık ve umut yayarak büyüyüp devam edecek, toplumumuza gurur kaynağı olacaktır…
BARIŞ MI ?
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@hotmail.com
Beşeriyetin en büyük değerlerinin başına ‘BARIŞ’ kelimesini yazarsak, herhalde diğer kelime ve sözcüklere haksızlık etmiş olmayız…
İnsanlık var oluşundan günümüze kadar, Havaya, Suya, Toprağa ne kadar ihtiyaç duymuşsa, Barışı da o kadar istemiştir, ihtiyaç duymuştur…
Barış’ı yaşamsal bir ihtiyaç haline getiren nedir? Güçlü ve Hukuk tanımazların doymak bilmeyen maddi ve manevi talepleri ve taleplerine erişmek için araç olarak kullandıkları iğrenç ‘SAVAŞ’ oyunlarıdır…
Doğal günlük yaşamın içinde de savaş vardır. Doğadaki bu savaş günlük ihtiyaçlar çerçevesinde biterken, insanoğlunun mülkiyet, Egemenlik ve Emperyal tutkuları her türlü kirli savaşı yaşamın bir sahnesi haline dönüştürmüş, kendi başına altından kalkamayacağı gailelerle de uğraşmak zorunda kalmıştır. İnsanlığın Savaştan elde ettiği tek ürün ise, ölüm, kan, gözyaşı ve yoksulluk olmuştur. Ne yazık ki insanlık bunları bile bile, savaşların önlenmesi doğrultusunda, hâlâ inandırıcı adım atmakta istekli görünmemektedir…
Savaşın varlığını sürdüren sebeplerden biri de, Dinsel inançlardaki farklılıklar ve bu farklılıkların bireyler ve kitleler üzerindeki silinmesi zor etkileridir. Nedendir bilinmez: bütün semavi Dinlerin çıkış noktası aynı bölgedir ve liderleri de nerdeyse yakın kan bağına sahiptirler. Temelde aynı, gösterdikleri yol ve amaç aynı olmasına karşın, aralarındaki çekişme hiç bitmemiştir ve elan devam etmektedir. Karşılıklı savaş hâlinde oldukları gibi, Mezhep farklılıkları dolayısıyla kendi içlerinde de savaş halindedirler…
Geri kalmış ve dinsel bağnazlığa boğulmuş bölgemiz halkları ve onların despot yöneticileri birbirlerinin boğazlarını sıka dursunlar, sömürgeci Emperyalistler bu kavgalardan nasıl çıkar sağlarız düşüncelerini hayata geçiriyorlar. Ağızlarına sakız ettikleri Barış, Demokrasi, Hukuk ve İnsan Hakları gibi değerler, ürettikleri savaş makinelerinin mermilerinin akıttığı kanda değer yitiriyor, kayboluyor…
Türkiye, dış kaynaklı Emperyal çıkar çatışmalarının, dinsel ve etnik temelli terörün ve her türlü düşmanlığın hayat bulduğu savaş merasının tam göbeğinde yer alıyor. Bu konumu, ülkemizi Osmanlı’nın son yüzyılından beri çatışmaların, Terörün ve Savaşların etkisi altında bırakmış, ülkenin ve toplumumuzun kalkınması önüne çeşitli engeller koymuştur… Son kırk yılda, zincirleme gelen Ermeni ve Kürt terörünün etkisinde kalan ülkemiz, çoğu artı değerlerini ve gelişme hızını kaybetmiştir. En büyük zararı da Kürt kökenli yurttaşlarımız görmekte, çoğu doğup büyüdüğü ve sahip oldukları toprakları terk etmek zorunda kalmaktadır…
Terörü kendisine dayanak yapan, ayrılıkçılığı kendisine ilke edinen PKK kökenli HDP eş başkanı, Suriye topraklarındaki Ayn El Arap (Kobani) şehrine IŞİD militanlarınca saldırılması sonucu, Türkiye’nin Kürt Militanlara yardım etmesini istiyor. Ancak Türkiye’nin Birleşmiş Milletler kararı olmadan müdahale edemeyeceğini bildirmesi üzerine halkı sokağa çıkmaya, bir yerde terör eylemlerine davet etmiş, bu davet üzerine ülkenin çeşitli yörelerinde Kırk civarında yurttaşımız katledilmiştir. Bu faturayı HDP, Selâhattin Demirtaş, PKK ve sokak cellatları ödemek zorundadırlar… Öldürülenler gitti, ama yöneticilerimiz çark ederek Kobani’ye yol açtı. Öldürenlerle, ölenlerin ailelerini nasıl barıştıracaksınız?
İktidar desteğinde Dinsel özellikler taşıtan bir Devlet ve toplum yapısı içinde, inanç farklılıkları dolayısıyla kitleler Arasında aşılmaz duvarlar örülmüşken, ayrışan bu insanları nasıl yakınlaştıracak, nasıl barıştıracaksınız?
Doğal haklarını isteyen yurttaşların üzerine Gaz, Toma, Cop ve kelepçeyle giderseniz, Devletle yurttaşı nasıl barıştıracaksınız?
Sadece bu değil, Türkiye’de Hak, Hukuk; Eşitlik, Özgürlük, paylaşım gibi kavramlar epeyce aşınmış, yok olma sınırına gelmiştir. Milletvekili olmuş bir Emekli aylık yirmi bin liranın üzerinde maaş alırken, ortalama Bin İki Yüz-Bin Sekiz Yüz bandında maaş alan milyonlarca emekliyi, sefalete bile yetmeyen asgari ücretliyi nasıl barıştıracaksınız?
Barışı tesis etmekte baş görev ülkeyi yönetenlere düşüyor. Öncelikle Siyasetin dili değişmeli, doğrular ve toplumsal yararlar üzerine şekillenmelidir.
Yalan, aldatma, sahte algı yöntemleri siyasetin yöntemi olarak kullanılmamalıdır.
Ülkeyi yönetenler, Devleti yurttaşın siyasi düşünceleri karşısında tarafsız duruma getirmeli, yandaşlıklar yaratmaktan kaçınılmalıdır.
Başkasına zarar vermeyen, tüm İnsani hakların ve özgürlüklerin önünün açılması ve yasaklamalardan kaçınılması Devletin şartı olmalıdır.
Hayatın tüm alanlarında, Hukuk, Adalet, eşitlik Devlet ve toplum hayatında yaşam biçimine dönüştürülmelidir.
Bilinmeli ki. Adaletin, Eşitliğin olmadığı yerde huzur, huzurun olmadığı yerde de barış olmaz!
FATURAYI BEN ÖDERİM
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@hotmail.com
Ben reayayım, ben marabayım, ben ameleyim, işçiyim, işsizim, ben çiftçiyim, topraksız köylüyüm, ben halkım, milletim; benim asli görevim fatura ödemektir…
O kadar alıştım ki bu işe; kimseye fatura ödetmek istemiyorum. Neyin faturası olduğu, ceremesinin boyutu ve sonunda ne getireceği hiç önemli değil; yeter ki fatura olsun…
Patronumun olsun, Ağamın olsun, Beyimin olsun, Paşamın olsun, Şeyhimin olsun! Amirimin, Müdürümün olsun, Başkanımın, Bakanımın, Başbakanımın, Cumhurbaşkanımın olsun! Yeter ki fatura olsun; öderim! Aç olsam bile, işsiz güçsüz, malsız mülksüz, anadan üryan kalsam bile öderim!
Neden faturaları hep ben ödüyorum?
Yazılanlar, tartışılanlar, kimi gelecek tahminleri ve öngörülerde, Dünya Siyasi Haritasının yeniden çizilmesi, bölgede yeni Dominyon Devletler oluşturulması söz konusu edilirken, son hedef olarak Türkiye’nin varlığı ve bütünlüğü söz konusu ediliyor. Hudutlar delik deşik, giren belli değil, çıkan belli değil, ülkeyi koruma görevinde askerin eli ayağı bağlanmış durumda. Türkiye’ye ağır bir fatura yüklenmek isteniyor!
Yüklensin! Yüklensin! Yük taşımaya alışkınım; bu faturayı da öderim(!)
Her türlü yasayı zorlayarak veya dikkate almayarak, azgın bir kâr hırsıyla çalışan ve köle yöntemini uygulayan Madencilik ve İnşaat sektöründe seri iş cinayetleri devam ediyor. Faturalar iş cinayetlerinde birinciliğe doğru yükseliyor!
Süper ligden küme düşmek yerine, üçüncü ligde kafaya oynayarak bu garip faturayı da ödemeye hazırım(!) Yeter ki birinci olalım(!)
Ülkenin bir yöresinde Okullar yakılıyor, Bayraklar indirilip yakılıyor. Milli Eğitim Bakanlığı Okul yakmıyor, yıkmıyor ama çağdaş eğitim ve öğretimin ayağına çelme takıyor, Aydınlığın önüne kara perde çekiyor, gelecek neslin kuyusunu kazıyor. Aydınlanma döneminin her köye mutlaka okul ve öğretmen yerine, her sokağa bir İmam bir Vaiz politikası güdüyor. Çağa ve bilime ters uygulamayla karanlık bir dönemin kapıları açılıyor, oluşan karanlıkta faturanın bedeli bile okunamıyor!
Varsın fatura okunmasın! Öde desinler yeter ki; hemen öderim(!)
Küçük Mülkiyet ve kutsallık duygusuyla lime lime edilen bu ülkenin ekilebilir toprakları üretim dışı edilirken, sahip ve çalışanları da işsiz kaldılar ve kentlerin varoşlarını doldurdular. İç Tarımın desteklenmesi yerine, dışardan tarım ürünü alımı küçük ve orta ölçekli Tarım sahip ve çalışanlarını tümüyle üretim dışına itti. Neredeyse soframızdaki yiyeceklerin yarısı dışalım patenti taşıyor. Parçalanan bizim tarla sınırlarındaki çalılıklara da ağır faturalar asılıyor!
Varsın assınlar! Ben varoş sokaklarında aç karnımla hem volta atarım, hem de o faturaları ağalar gibi öderim(!)
‘Yeniden Kentleşme’ adı altında yaratılan talan ortamında kimi yandaşlarımız elbette köşe dönecek(!) Adamlar iktidara yakınlığın yağlarını yalamasınlar mı? Yalasınlar ve köşeyi dönsünler!
Bu talan ortamında umudumu hiç kaybetmedim. Bu talan faturasını da öderim. Nasıl olsa bir gün ben de köşeyi döneceğim(!)
Türkiye’de tüm Ekonomik varlıkların %51 i ipotekli imiş. Olsun be dostum! Kimin kime borcu yok ki? Tanrı’ya bile borcumuz yok mu? Şimdilik ipoteklerimizin faturasını ödeyeyim de; Tanrı’nın borcunu öbür tarafta hesaplaşırız(!)
Birileri, “Ben BOP Eş Başkanıyım” diyerek biz kalabalıklardan oy istemiş ve almıştı. ABD ve diğer sömürgecilerin menfaatlerine hizmet eden BOP ve eş başkanlığının çabaları sonucunda Irak ve Suriye Devletleri bölünmüş, daha da öte varlıkları tartışılır hale gelmiştir. Bu aptal yolculuğumuzun ucunda, Ülkemizin bölünmesi ve varlığı tartışma konusu olmaya başladı.
‘Ufak olsun, benim olsun!’ dediğimize göre, o fatura da bana vız gelir; Osmanlı’nın borcunu fakir halimle ödeyen ben, şimdiki zengin(!) halimle bölünmenin faturasını da güle oynaya öderim(!) 3 milyon, 5 milyon göçmeni de bakarım(!)
Birileri APAK saraylar yaptırmış. İyi de etmiş. Ben hizmetçiliğini bile yaparım. Böylece bazı değerleri kirlenmeden korumuş oluruz. 600 Milyona uçak alınmış. Ne var bunda? 600 Milyonun lâfı edilir mi? Cumhurbaşkanı kolay mı bulunuyor. Söyleyin bana: fatura ne kadar olursa olsun ben öderim!
Öderim kardeşim öderim! Ödemeye alışmışım. Çünkü ben işçiyim, işsizim, topraksız köylüyüm, ürünü para etmeyen çiftçiyim, marabayım, küçük memurum, küçük esnafım, emekliyim. Karnı zil çalan, anadan üryan, güya vatandaşım(!)
Derinden bir ses ‘ödeme, diren!’ diye ikaz ediyor. Nasıl ödemem, nasıl direnirim? Yıllardır okey oynamaktan, televizyon başında dizi seyretmekten konuşmayı, kelimeleri bile unuttum. Bana gerekli olduğunu söyledikleri bir kelimeyi hatırlıyorum ancak; beeee!
Öderim! Öderim! Kimin nasıl faturası olursa olsun öderim! ‘Görev bilinci’ denilen şey bu olsa gerek(!)
ADINI SİZ KOYUN
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn@hotmail.com
Bu…Bu…Bu işte!
Demokratik, Lâik, Sosyal Hukuk Devleti bu!
Demokrasi dediğiniz şey bu!
Bu benim Hukukum. Bu benim Sosyal Devletim. Bu benim Partim. Bu benim. Demokrasim. Benim(!) Benim(!) Benim(!) ‘Özgür toplum’ yönetimi işte bu! Parti Başkanı da benim, Milletvekili de benim, Başbakan da benim, Cumhurbaşkanı da…
Geçtiğimiz günlerde İktidar Partisi AKP’nin büyük kongresi yapıldı. 12 yıldır kesintisiz olarak ülke yönetiminde olup, ülkenin ve Siyasal yapımızın gelişmesi konusunda hayli iddialı sözleri olan siyasetçilerin hangi dar ve karanlık sokaklarda gezindiklerine, ufuklarından ışığın sızmadığına tanık olduk. Umutlarımız başka bahara kaldı…
Gönül isterdi ki: yapılan kongrede örnek hareketler sergilensin, ülkenin her yanından Ankara’ya akan insanların, hiç olmazsa bir kısmı kürsüden düşüncelerini, Türkiye’nin geleceğine ait görüşlerini sergilesin; yöresel ve bölgesel sorunlar büyük kitlelere ulaştırılabilsin… Ama nerdeee! O koca kalabalık adeta hipnotize olmuş halde suskun ve kabullenilmiş çaresizlik içinde gönderilen emrin gereklerini yerine getiriyor ve yapılan hukuksuzluğu ve Antidemokratikliği onaylıyor, meşrulaştırıyor…
Sözün olmadığı yerde sazın anlamı yoktur. İnsanların konuşmadığı, konuşamadığı, konuşturulmadığı yapı içinden Hukuk çıkmaz, Demokrasi çıkmaz, Yurttaşlık hakları yeteri kadar kullanılamaz. Hukukun olmadığı, Yurttaşlık haklarının kullanılamadığı yerde de gelişme olmaz, refah olmaz, eşitlik olmaz, barış olmaz!
Keyfiliğin bir başka uygulamasını Eğitim sistemimizde yaşıyoruz. Hiçbir öğrenci hangi okulda okuyacağını bilemediği gibi, veliler çocuklarını nereye kaydettireceklerinin şaşkınlığını yaşıyor. Öğretmenler hangi dersleri hangi çizgiler içinde, hangi doğrultuda vereceklerini, ne tür ders kitapları ile karşılaşacaklarını bilmiyorlar. TEOG diye anlamsız bir uyduruk uygulamayla, öğrencilerin evleri ile okulları arasına Yüz Kilometreyi aşan mesafeler konuyor. İmam Hatip Okulları yaygınlaştırılıyor, öğrencilerin bu okullara kaydırılmasına çalışılıyor. Hristiyan inancındaki bir öğrenci, yaşadığı yerden Bin Üç yüz kilometre ötedeki bir İmam Hatip Okuluna kaydı yapılabiliyor. Bu uygulamayla, yakın gelecekte İslâm inançlı çocuklar da Papaz okullarına kayıt yaptırılabilirler! Öyle anlaşılıyor ki; bu ülkeyi yönetenler bilimsel ve çağdaş eğitiminin son nefesini de kesmek istiyorlar… Daha da öte: Türkiye’yi, insanlıkla ve bilimle ilişkisini kesmiş kara cahiller cehennemine çevirmenin yollarını döşüyorlar, insanımızın medeniyetle ilişkisini kesmeye çalışıyorlar…
Bir soygun filmi şimdilik sona erdi. Benim Savcım(!) soygun filminin aktörleri hakkında takipsizlik kararı verirken, benim Hâkimim(!) filmin kameramanlarını tutukladı. Suçsuz insanlar cezalandırılacak değildi ya! Meğer milletin gördükleri hayal, duydukları yalanmış! Birilerinin ianesiyle ABD’de okuyan çocukların gemileri kâğıttanmış! Baba-Oğul telefon konuşmaları yalanmış! Para kasaları, para sayma makineleri hurdalıkmış, görünen paralar fotokopi imiş! Bu millete de bir hal olmuş kardeşim; her gördüğüne, her duyduğuna körü körüne inanıyor, bazılarının hırsızlık yaptığını zannediyor!
Sanal âlemde gezinirken rastladığım bir cümle günümüzü tanımlarken, insani ilişkilerimizde de ne kadar dikkatli olmamız gerektiğine de parmak basıyor. ALTAY HAN imzalı cümle bizi şöyle uyarıyor: “HAKKINDA KONUŞMAK İSTEMİYORUM HIRSIZLARIN, KELİMELERİMİ DE ÇALAR DİYE”! Kelimelerinizin çalınmasından siz korkmuyor musunuz?
Her şeyin çalınabildiği, her gerçeğin hayale dönüştürülebildiği bu sistemin, bu düzenin, bu yönetimin adını siz koyun!
YAMUK AFORİZMALARIN DİKTİĞİ HEYKELLER
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Bu ülkenin, bu toprakların insanları siyaseten aldatılmaktan, kandırılmaktan, Hukuken yanılmaktan, yanıltılmaktan kimi melekelerini, kimi becerilerini kaybetti; Siyasi, Hukuki ve Sosyal güvenini, dayanışma duygularını yitirdi…
Bu toplum çok büyük değerlerini kaybetti, ama Siyasal, Hukuksal, Ekonomik ve Sosyal kazık yemekten de bir türlü bıkmadı, usanmadı. Siyaset elitleri ve onların çömezlerinin ipe sapa gelmez ‘Aforizmalarına’ aldandı, yenik düştü ve kaybetti; halen de kaybetmeye devam ediyor…
Altmış-Yetmiş yıldır, halkı aldatmaya, yönlendirmeye, uyutmaya yönelik yamuk Aforizmaların çok küçük bir kısmını listeleyelim ve bu kadar çıkmazlara ve çelişkilere düştüğümüzün nedenlerini görelim.
Sağdan soldan derleyebildiğimiz şaşırtmacaların bir kısmı:
“Odunu bile koysam Milletvekili olur.”
“Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz.”
“Sen ne mutlu Türk’üm diyene dersen, o da ne mutlu Kürt’üm diyene der.”
“Bize göre Demokrasi hiçbir zaman amaç olmaz.”
“Bizim çaylarda Radyasyon yok.”
“Füzelerle savaş kazanabilirsiniz, ama füzelerin üstüne oturamazsınız.”
“Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum.”
“Bir koyup üç alacağız.”
“Ne Mozaiği ulan! Mermer, Mermer!”
“Kıratın yemini verirseniz, biz de sizin yeminizi vereceğiz.”
“Asmayalım da besleyelim mi?”
“Devlet politikası gereği adam öldürülebilir.”
“Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz.”
“Benim memurum işini bilir.”
“Ak Parti sizi mezara dikine sokacak!”
“Türkiye’de Petrol vardı da, biz mi içtik?”
“Biraz da küçük Turgut’la oynasınlar.”
“Artistlik yapma lan!”
Ege Yunan gölü değildir, Ege Türk gölü de değildir. Binaenaleyh Ege bir göl değildir.”
“2009’u yazarken iki sıfır var. Soldaki sıfır ikinin yanında.Artı on iki. Sağdaki sıfır dokuzun yanında. Attınız. Kaldı mı dokuz. iki ile dokuz yan yana yirmi dokuz. İki ile dokuzu toplayın, etti mi on bir. Yirmi dokuz artı on bir kırk yapar. İşte size… Partisinin kırkıncı yılı.”
“Lâik değilim. Hem lâik hem Müslüman olunmaz. Ters mıknatıslanma yapar.”
“Hadi ananı da al git buradan.”
“Başbakan sensin; ister asarsın, ister kesersin.”
“Yetmiş sente muhtacız.”
“Ülkemi pazarlamakla mükellefim.”
“Anayasayı bir kere delsek ne olur?”
“Büyük Ortadoğu Projesinin eş Başkanıyım.”
“Herkese iki anahtar vereceğiz.”
“Devlet için kurşun atan da, yiyen de şereflidir!”
“Milletin anasını belleyenlerin adayı.”
“Haram yiyen adamdan Cumhurbaşkanı olur mu?”
“Bitaraf olan bertaraf olur”
“Elhamdülillah Şeriatçıyız.”
“Referansımız İslâm’dır. Tek hedefimiz İslâm Devletidir.”
“Mayo reklâmı şehvet sömürüsüdür.”
“Camiler Kışlamız, Minareler süngümüz, Kubbeler miğferimiz, Müminler askerimizdir!”
“Ben hiçbir zaman değişmedim. İslâmi fikirler değişmez.”
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir lâfı koskoca bir yalandır. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
“Bana Anayasayı öğretme lan!”
“Ben gelişerek değiştim.”
“Milli Piyango zulümdür.”
“Dünya’nın en büyük on ekonomisinden biri olacağız.”
“……… Alevi, …….Zaza.”
“Utanmadan mahremimize kadar girdiler.”
“İnlerinin dibine kadar gideceğiz.”
“Tencere tava, hep aynı hava.”
“………iktidarsızdır.”
“Hiçbir ülkenin Başbakanı onbaşı olma şerefsizliğini göstermedi.”
“Ben böyle sanatın içine tüküreyim.”
“Anasına avradına hürmetlerimi sundum.”
“Futbol takımınızı birinci lige çıkarayım mı?”
“Yakılan Otelin etrafındaki vatandaşlarımıza hiçbir şey olmamıştır.”
“Derin Devlet nedir efendim? Derin Devlet, normal Devletin raydan çıkmış halidir.”
Dil sürçmeleri ve konuşma yanlışları bu hesaba dâhil değil. Yukarıda sıralanan bilgece(!), anlamlı(!), bilimsel(!) vecize(!) ve (özdeyiş) leri okuyan normal zekâda bir kişinin, bu sözlerin anlamlarını ve ne niçin söylendiklerini anlamak için epey uğraşması gerek. Şayet sözlerin sırrını çözebilirse, şayet bu ülkede yaşıyorsa, muhtemeldir ki saçını başını yolacak…
Denebilir ki bunlar oldukça saçma. Sıradan bizlerin nasıl saçmalama hakkımız varsa, yüksek siyaset yapanlarımızın da saçmalama hakları yok mu? Var. Var. Ama bu kadarı sizce de fazla değil mi?
Ruhen ve fikren enenmiş, hadım edilmiş, özgür düşünceden arındırılmış, düşünce ve davranışlarında şartlandırılmış bir toplum yapısına doğru hızla ilerliyoruz. Siyasetimizi ve Sosyal yapımızı çürüten bu saçma Aforizmaların şaşırttığı, toz kömür, makarna egemenliği altına sokulan toplumdan mantıklı davranış beklemek hakkınız olabilir mi?
Şaşırtılmış kitlelerin diktiği heykellere mahkûm olmak çağımıza ve bilime ters düşüyor. O halde ne yapmalı? Yurttaşlık bilincine erişmiş, gerçek Demokrasiyi özümsemiş her birey, şaşırtılmış, aldatılmış bir insanımızı, ülkemizin gerçekleri doğrultusunda aydınlatıp ikna edebilirse; işte o zaman, ülkemiz insanına yarar sağlayacak anıtları, abideleri seyretme, dinleme imkânı bulabiliriz…
“Bana ne?” diyorsan, İnsanlığın (İ), Yurttaşlığın (Y) harfini lügatinden sil!
Matruşkaların Savaşı
Abdullah AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Matrüşka; ahşaptan yapılma, iç içe geçmiş Bebek oyuncaklardan oluşmuş bir oyuncak organizasyonu. Belirleyici özelliği iç içe geçmiş oyuncakların birbirlerinin benzeri olması. Rusya’da yapıldığı için dilimize Rusçadan geçmiş bir kelime.
Eeee… Ne yapalım Matruşka’yı? Başka derdimiz yok mu bizim? Var elbet. Hem de yığınlarla. O zaman Matruşka muhabbeti neyin nesi? Nedeni şu: Bizdeki kimi kurumlar, kuruluşlar, Sosyal yapımızdaki kimi örgütlenmeler hatta siyasi yapımız ve işleyişi biraz Matruşka’ya benziyor da onun için…
Ülkemizde adı konmamış bir iç savaş sürüyor. Savaş illâki silâhla yapılmıyor. Ülke yönetiminden tutun da, yaşamın her alanında, karşıt düşünceler ve menfaat gurupları arasında mücadele ve savaş sürüyor… Son yıl ve aylardaki en sert ve katı mücadele eski ortaklar arasında sürüyor. Bu ortaklık ülkemiz için yeni değil. Siyaset Dünyamızda Din motiflerinin kullanılmaya başladığından beri bu ortaklık, dayanışma ve iç içelik sürüyor. Ancak mal paylaşımında zuhur eden anlaşmazlık işi adeta bir iç savaşa kadar götürdü…
Bir yıl öncesinde cepheler farklı iken, şimdiki cepheleşmede adeta kardeşler vuruşuyor. Bu vuruşma oldukça can yakacağa benziyor. Çünkü vuruşanlar birbirlerinin artı ve eksi yönlerini çok iyi biliyorlar. Rakibin kaç Askeri(!) var, Kaç uçağı, Gemisi, Tankı, Füzesi(!) var biliyorlar. Kaç Kasaları, kaç Kasadarları(!) olduğunu biliyorlar. Daha da öte, birbirlerinin Strateji uzmanlarını, genel Planlamacılarını(!) biliyor ve tanıyorlar…
Hükümetle Gülen Cemaati arasında geçen ve toplumun bir kesiminin henüz anlayamadığı bu kırışma, kimi maskeler giydirilmiş bir Matruşkalar savaşıdır. Bu mücadelenin süresi uzarsa cephelerin genişlemesi ve yeni Matruşka bebeklerin(!) bu kavganın içine katılması kaçınılmazdır. Mal, Mülk, Servet alım satımının yanında , ‘Din Pazarının’ giderek genişlemesi, Cennet Cehennem alışverişi, Günah Sevap alışverişi sürdükçe, Camiler Parti Ocağına, Vaazlar Parti Propagandasına döndürüldükçe bu savaş giderek kızışacak ve cephe genişleyecektir…
Ne oldu da, daha dün bu ülkenin Ordusunu darmadağın eden, Üst komutanları, Bilim Adamlarını, Gazetecileri zindanlara dolduran, Mahkemeleri darmadağın eden, Üniversiteleri Medreseleştiren bu Matruşka ortaklar boğazlaşma noktasına geldiler? Hangi siyasi, sosyolojik, ekonomik, iç ve dış ilişkiler bu ortakları birbirlerinin inlerini(!) basma aşamasına getirdi?..
Her iki Matruşka’da göbekten, damardan dışa bağımlıdır; bir Patrona hizmet ediyorlar. Hizmetlerinin ödülünü de iç talanla alıyorlar… Bu Matruşka oyuncakların ipleri dış emperyal güçlerin elindedir; Ulus ve Vatan anlayışları dip yapacak kadar törpülenmiştir… Duygularına kof bir Halifelik ve Sultanlık arzuları çöreklenmiştir…
Paralellik işbirliği anlamı taşır. Şayet ortada işlenmiş suçlar, kimine göre günahlar varsa, bu olmazlardan AKP Hükümetini ve Gülen Cemaatini ayrı tutmak yanlışların ve hatanın en büyüğü olur. Ortaklıklarda faturalarda ortak ödenir…
12 yıllık bir beraberlikte gözünün önünde kendi emrinle yapılan uygulamaları yanlış değerlendirmiş, yanlış yorumlamış, yanlış uygulamış ve görmezden gelmişsen kendini yapılan bu hukuk dışı uygulamalardan ayrı tutamazsın. Ortada işlenmiş bir suç varsa, sen de bu suçun açık ortağısın. Suçu başkasına yüklemekle Hukukun gereklerini yerine getirmiş olmazsın…
Adapte edilmiş şöyle bir şarkı kulaklarınıza takılırsa şaşırmayın:
Paralel yürüdük biz bu yollarda
Paralel yürüttük biz bu yıllarda
Şimdi yargılandığım her mahkemede
Hâkimler bana seni hatırlatıyor!
CUMBAŞ CIMBIŞI
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Anadolu Coğrafyası; sonu gelmez dramların, bitmeyen çatışmaların, savaşların, Tarih boyu değişik medeniyetlerin yaşadığı, bitmeyen yolculuklara kılavuzluk yapmış topraklar… Üzerinde her türlü rengin, her türlü çiçeğin, böceğin, her kavimden İnsan’ın yaşadığı topraklar… Gülerken ağlayan, ağlarken gülen, yaşamı tiyatroya, dertlerini, sevinçlerini cımbışa dönüştüren, uğradığı haksızlıklara tepki yerine tevekküllü davranmayı yaşam biçimine dönüştürmüş insanların ülkesi; canım, cananım Türkiye…
Cımbış başladı. Esas oyunu Ağustos ayı içinde oynayacağız. Oynayacağız da; oyunbazların bu oyunu doğru oynayıp oynamayacakları konusunda toplumun fazla güveni yok. Aynı ülkede yaşamamıza, görünürde aynı sistemi savunuyor görünmemize karşın, Cumhurbaşkanı adayı üç ismin de oyunu farklı oynayacağı ve farklı istasyonlarda yerleşeceği bilinmiyor değil. Gerçek hedefler bir türlü açıklıkla topluma yansıtılmıyor. Sanki adayların gizli ajandaları varmış gibi!
Bu oyunun Hukuku, Adaleti yok; sözlü ve yazılı hiçbir kurala, kaideye uymuyor. Oyunculardan biri hem Zurna çalıyor, hem Gırnata çalıyor, hem Davul Dümbelek çalıyor, diğer oyuncuların ve toplumun kendine ayak uydurmalarını ve kendini seyretmelerini istiyor.
Tayip Erdoğan Başbakanlık makamını terk etmeden T:C. üst yönetimini tümden bloke ediyor, tasarrufunda tutuyor. Sırtını Devlete dayamış, Devlet’in ve Kamu’nun her türlü güç ve olanağını kullanıyor. On yıl sonrasını içine alan ‘Vizyon’ belgesi ile halkın karşısına çıktı. On Altı maddelik bu belgenin topluma yön verecek, şekillendirecek, umut aşılayacak hiçbir yanı yor. Sıralanan maddeler, Ülkemiz Siyaset arenasında hepimizin yaptığı gevezeliklerde öne sürdüğümüz sıradan fikirler; yeterice gelişmemiş Demokrasinin alfabesinde yazılı hedefler. Konuşmalarının içeriği, daha önceki söylemlerinin aynısı; ayrıştırıcı, itici, korkutucu. Demokrasilerde olmayacak ölçüde daha çok güç talep ediyor ve tek yetkili olmak istiyor…
Ekmelettin İhsanoğlu’nun Demokratik anlayış bakımından Tayip Erdoğan’dan daha ilerde olmasına karşın, böyle bir göreve hazır olmadığı anlaşılıyor. İki büyük Partinin önermesi ve meclis dışı küçük birkaç parti tarafından desteklenmesi kendisine avantaj sağlıyor. Konuşma üslûbunun yumuşaklığı, toplayıcı ifadeleri, Demokrasi, lâiklik ve İnsan Hakları konusundaki vurguları kimi kesimleri umutlandırıyor. Ancak, halka karşı yaptığı konuşmalarda, yönetsel icraatın uzağında kalacağı imajı vermesi aleyhine unsur olarak kullanılabilir. Seçime bir aydan az bir zaman kalmasına rağmen ‘utangaç Damat’ görüntüsünü terk etmeli, daha atak ve ülke gerçeklerine dokunan söylemlere hız vermelidir…
Selâhattin Demirtaş’ı uzun yıllardır siyasi arenadan tanıyoruz. Gençliği ve dinamizmi kendisine avantaj sağlarken, siyasi geçmişi geniş yığınları ikna etmesi bakımından engel teşkil ediyor. Her ne kadar Demokratik söylemlerde ve bütünü kucaklama söyleminde bulunsa da, Terör örgütü PKK ile ilişkilendirilmekten kurtulması çok zor görünüyor. Demirtaş’ın adaylığı Cumhurbaşkanı seçilmekten ziyade, etnik bir seçmen sayısının tespitini hedefliyor. Alınacak her oy, şayet Tayip Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, yapılacak pazarlıklarda koz olarak öne sürüleceğini herkes biliyor. Temsil ettiği bölgede, Demokrasi ve İnsan Haklarının önünde duvar oluşturan Feodalitenin yıkılması konusunda ne düşündüğü belli değilken, ne düşünemediğini saklı tutmaya çalıştıkları kanaati düşüncelerde şüpheler uyandırıyor…
Üç adaylı bir Cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyoruz. Her ne kadar yasal olarak seçim olsa da, halkımız ülkenin geleceği için ne gibi bir yol çizeceği, nasıl bir sistemde yaşayacağı konusunda tercih oyu kullanacak.
Adayların mevzilenmelerine ve siyasi yapılarına göre üç yol görünüyor. Ya tek adamlı yarı dinsel bir despotizmi, ya pek tarif edemediğimiz yarım yamalak bir Demokrasiyi, ya da ayrışmanın yollarında yürüyeceğiz…
Hangi seçilirse seçilsin; ülkemizi gülmekle ağlamak arasında salınacağımız bir cımbış ortamı bekliyor. İçinde bulunduğumuz durumda, biz yurttaşlar en iyiyi aramak yerine, en az sakıncalıyı bulmak gibi zor bir pozisyondayız.
Umarım aklıselim galip çıkar!..
SUS VE DUR
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@Hotmail.com
Varlıkların canlılığı, tek ve çok yönlü ilişkiler sonrasında gösterdiği ruhsal ve maddesel tepkilerle ölçülür. Tepkinin derecesi, ilişki ve temasın şiddeti, amaç ve hedefi, yaratılan ortamda oluşacak maddi ve manevi getiri-götürünün canlıda yaratacağı bireysel ve toplumsal etkiyle doğru orantılıdır. Tepki, ilişki sonuçlarına yanıt olabilecek ve önleyebilecek etkili, canlı ve karşılayıcı ögeler içeriyorsa, varlık da o ölçüde canlıdır, güçlüdür…
Temelde, Devletler ve ülkeler yaşayan Sosyal, Siyasal, Ekonomik ve Kültürel organların bileşkesinden oluşan tüzel kişilik olsa da, canlı bir organizma gibi sürekli bir devinim ve gelişme içindedir.
Bu yapı her türlü iç ve dış etki karşısında kendini korumak için çeşitli yollar ve biçimlerle tepkisini göstererek varlığını sürdürür. Ancak bu tüzel yapılarda yaralanma, zayıflama, erime ve çözülme anlarında, varlığına yönelik tehlikelere karşı yeterli direnci göstermede, kendini koruyacak tepkileri önlemede yetersizliğe düşeceğinden, gerekli tepkiyi veremez ve sona doğru yolculuğu hız kazanabilir.
Türkiye son yıllarda içine düşürüldüğü durumda derin yaralanmalar, çözülmeler ve giderek dönülmesi oldukça zorlaşan erime dönemi yaşıyor. Kuruluş gerekçe, felsefe ve amacına yönelik iç ve dış saldırılara karşı zamanında yeterli tepkiyi veremiyor, kimi gelişmelerde de gerekli direnci gösteremiyor.
Aynı tepkisizlik ve sosyal yitim toplum hayatımızda da yaşanıyor. Yaratılan ortamda, korkunun bireylerden kitlelere taşınmış olması, toplumun sorunlar karşısında çözüm için bir araya gelmesi, güçlü sosyal örgütler oluşturması zorlaştı, adeta baştan engellenmiş oldu.
En kolay yönetim örgütsüz toplumları yönetmektir. Ancak en tehlikeli sonuçlar da, örgütsüz toplumların ilkesiz ve sınırsız tepki ve eylemlerinden doğar.
Türkiye hem Tüzel kişilik, hem de yurttaş bazında sıkıntılı ve antidemokratik bir dönemden geçiyor. Özellikle son on yılda yaşadıklarımız dudak uçuklatan olay ve gelişmelerle dolu geçti, olumsuzlukların sonu gelecek gibi de görünmüyor. Her olay sonrasın azarlamalara maruz kalıyoruz; birileri Devlet’e ve topluma “Sus ve Dur” diyor, hak arama yollarımızın önü kesiliyor…
Son yıllarda yaşadığımız olumsuzlukları, kronolojik sıralamaya bakmadan listeleyelim, ”Sus ve Dur” tehdidinin arkasında ne yatıyor, buna karşı ne yapmamız gerektiğini düşünelim:
1 Mart 2003 Meclis direnişiyle karşılaşan kendini Dünya Patronu sananlar boş durmadı ve hiçbir tepkiyle karşılaşmadan Irak’ta görevle askerlerimizin başına çuval geçirdiler.
Devlete birileri Sus ve Dur derken, Devletimizde halkımıza Sus ve Dur dedi!
Tezkere reddiyle kesin ilişkili olarak, kumpaslar kurulup T.C. Ordusunun üst komuta kademesinin, aydınların, bilim adamlarının, Milletvekillerinin, Gazetecilerin zindanlara doldurulması ve ‘Benim Mahkemelerimde(!)’ ‘Benim Hâkimlerim(!)’ tarafından hukuk dışı uygulamalarla yargılanıp, uzun yıllara dayanan hapis cezaları verilmesi karşısında tepki verenlere, bu ülkeyi yönetenler dediler ki:
Sus ve Dur!
PKK Terörü can alıp can yakarken, Askeri güçlerimiz, sınır ötesinde terörist peşinde koşarken, uzak bir azarla Irak topraklarından apar topar geri çekiliyor. Dünya ağası egemen güç ne demiş olabilir Hükümetimize ve bize:
Sus ve Dur!
Yurt içi ve Yurt dışında, Türk Bayrakları gönderden indirilip yere atılırken, birileri oy ve makam ihtirasıyla, iç ve dış korkularla halkımıza diyor ki:
Sus ve Dur!
Demokratik ve İnsani talepleri için meydanlara çıkanları ‘Vatan Haini’ ilân edebilecek kadar gözleri kararan siyasetçiler, bu gösterileri provoke ederek, göstericilerin üzerine Gaz, Cop, tekme, tokatla giden maharetli ve yiğit(!) yöneticilerimiz, neredeyse Tank, Top, Tüfek, Uçakla gitme aşamasına geldiler. İnsanlarımız öldürüldü, sakat bırakıldı, kör edildi! Ne demiş olabilir bu aymaz ve İnsan Hakları düşmanı yöneticiler:
Sus ve Dur!
Yurt, Halk ve Hukuk yerine, makam ve serveti sevenler gözlerini karartıp, yumruklarını sıkarak bağırıyor kürsülerden halkımıza:
Sus ve Dur!
Uçak düşürülüyor, Pilotlar şehit ediliyor. Diyorlar ki:
Sus ve Dur!
Elçilik basılıyor, özel korumalar özel emirle anında teslim oluyorlar. Asker, Polis, Memur, İşçi, Şoför yüzden fazla yurttaşımız Dinci terör örgütü IŞİD’in elinde tutsak. Başbakan yazmayın diyor; ne demek istediği oldukça açık:
Sus ve Dur!
Sınırlar delik deşik. Sürüyle yabancı akıyor ülkeye ve bombalar patlıyor her yanda. Onlarca yurttaşımız patlatılan bombaların kurbanı oluyor. Yönetenler düşünemiyorlar bile ve diyorlar ki:
Sus ve Dur!
Yolsuzluk Hırsızlık almış başını gidiyor. Hırsızlar suçlarını örtmeye çalışıyorlar: cevap
Sus ve Dur!
İran, Başbakan Erdoğan’ı bir gün Otelde bekletiyor, Obama, elinde Beysbol sopasıyla telefonda tebligatlarda bulunuyor: Kulaklarda bir ses derinden derinden uğulduyor sanki:
Suuus ve Duuur! Suuus ve Duuur! Suuus ve Duuur!
Bağımsız bir Devlet, Egemen bir halk, Demokratik bir yönetimin olduğu söylenen bir ülkede bunlar olabilir mi? Bu ülkede Devlet mi cansız, halk mı cansız? Devlete ve bu ülkeye karşı yapılanlar, halka karşı yapılanlar asla affedilemez türden hakaretlerle dolu! Bu hakaretlere karşı Devletimizin, Hükümetlerimizin ve biz halkın cevabı ne? Tısss!
Suskunluğun, her şeyi kabullenmenin, boyun eğmenin sonu, ölümdür, yok olmaktır!
MIŞ-MUŞ GİBİ
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydin42@Hotmail.com
Türkiye, hayal, ihtiyaç ve beklentilerine yanıt bulamamış bir ülke. Siyasi yapı, seçmenin ruhunda oluşturduğu aldatılmışlık metaforunda uçsuz bucaksız bir serap dünyası yaratırken, sorunların çözümünde tıkanıyor, tökezliyor…
Siyasi yapı, halka ulaşmanın ilk adımı olarak hayal yaratma ve seçmeni hayaller peşinde sürüklemeyi geçer yöntem olarak kullanıyor. Yöntemin geçerli yönü vardır. Çünkü hayaller, gerçeklere ulaşmada, toplumsal ve kişisel taleplerin ruhsal, duyusal ön hazırlığı, plânlaması ve temel konumlamasıdır… Duyusal da olsa, plânlama ve konumlama ülke ihtiyaç ve gerçeklerine uygun olmalıdır…
Siyaset dilimizdeki çarpık yapısallık, Sosyolojik, Ekonomik ve Bilimsel gerçeklere dayanmadığından, birazda ironik ve tiyatral söylemlerle yaratılan hayal dünyası, vaat edilenler yerine getirilmeyince, duyusal ve duygusal bir yanılsamaya, serapa dönüşüyor. Toplumda ve kişilerde yaratılan hayal kırıklığı ve moral kaybı sosyal yaşamda derin boşlukların oluşmasına ve bütünlük içinde yaşamanın anlamsızlığı konusunda çentiklerin açılmasına neden oluyor…
Siyasetin uyguladığı ve toplumu uyutmaya ve şartlanmaya götüren bir başka yöntem ‘algı’ yaratma yönetimidir. Sürekli ve çok kanallı, çok yönlü propaganda yöntemiyle, insanların şartlanması ve tek doğrunun o olduğu yönünde değişmesi zor kanaatlerin oluşması sağlanıyor ve gerçeklerin görülmesi, öğrenilmesi önleniyor. Siyaset dünyamızın son yıllarında sıkça uyguladığı bu yöntem, toplumda düşünsel bir kararma ve zihinsel bir boşluk yaratıyor.
Günümüz Türkiye’si siyasetin yarattığı bu boşluğun acısını çekiyor, faturasını ödüyor. Siyasetimizdeki gel-gitlerin yarattığı yıkım, toplumsal kurumsallaşmayı sıfırlarken, ‘Sosyal Devlet’ arayışlarını var-yok arasında tartışma ve giderek erime noktasına getiriyor. Kurumlar iğdiş ediliyor, işlevsizleştiriliyor. Kurumların hukuksal işlevini yitirmesi, Devlet ile vatandaş arsındaki köprülerin yıkılmasını da beraberinde getiriyor…
Bu çelişkiler içindeki ülkede ‘her şey var mış’, ‘yapılıyor muş’, ‘oluyor muş’ gibi takdim ediliyor, ama aslında hiçbir şey yerli yerinde olmuyor, yapılmıyor. Şayet söylenenler doğru olsa idi, bu ülkenin insanları bu kadar perişan duruma gelmez, ülkemiz bu kadar saygınlık kaybına uğramazdı!
Neler oluyor muş, neler yapılıyor muş, ülke olarak uçmuşuz da, haberimiz mi yok muş!
Türkiye Üniter yapıda bir Devlet-miş (!)
Terör örgütü ile yürütülen barış süreci (!) başarıyla devam ediyor-muş (!)
Analar ağlamıyor, çocuklar kaçırılmıyor, kendiliğinden terör örgütüne katılıyorlar-mış(!)
Türkiye Lâik, Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devleti-imiş (!)
Adalet Mülkün Temeli-imiş(!)
Yasalar bütün yurttaşlara eşit uygulanıyor-muş(!)
Mahkemeler Dünya’ya örnek olacak kararlar alıyor-muş(!)
Seçimler özgür bir ortamda adilce yapılıyor-muş(!)
Basın hiçbir baskıya maruz kalmadan özgürce yayın yapabiliyor-muş(!)
Yurttaş izin almadan Demokratik tepki ve gösteri hakkına sahip-miş(!)
Tüm yurttaşlar için her türlü İnanç özgürlüğü var-mış(!)
Ekonomimiz Dünya’nın en büyük on altıncı ekonomisi-imiş(!)
Ekonomimiz uç-muş, kişi başı ulusal gelir on bin doları aş-mış(!)
Türkiye bölgede ve Dünya’da bir yıldız gibi parlıyor-muş(!)
İletişim çağı olan günümüzde hayal ve sanılarla ülkeler, Devletler yönetilemez. Halkların sürekli aldatılamayacağı da akıldan çıkarılmamalıdır. Demokratik bir ortam ve yönetim yaratmak istiyorsanız, halkın en doğruyu öğrenmesi ve bilmesi gerekir ki; oluşturmak istediğiniz toplumsal sisteme destek versin. Sistemin toplumdan gizli, saklı yanları varsa, o sistem toplumdan istediği desteği alamaz; toplum desteğinden yoksun sistemler de ayakta kalamazlar.
Türkiye’deki sistem ‘mış-muş’ yöntemiyle götürülüyor. Yaratılan bu aldatıcı metaforlarla toplumun günlük yaşantısı arasındaki fark ve çelişkiler, ortada çok şeylerin yanlış yapıldığının işareti olarak duruyor. Yanlışlar, toplumun sisteme ve yönetime doğru bilgilerle, doğru kanalda katılmasıyla ancak mümkün olabilir… Lâf ederken ‘Demokrasi Halkın kendi kendini yönetmesidir’ diyorsunuz ya!
NE ÖNEMİ VAR
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn@hotmail.com
Ağla Anam, ağla Babam… Ağla kızım, kızanım ağla… Ağla yârim, can yoldaşım ağla… Ağla güzel gelin, genç sevgili ağla… Ağla doğmamış bebem… Ağla Dedem, Ninem ağla… Ağla Ülkem, Yurdum, Milletim ağla!
Ağlamak çoğu kez çaresizliği ve acıyı içinde taşır. Kimi zaman da şok sevinçlerin fiziksel ve ruhsal tezahürüdür, dışa vurumudur.
İhtimaldir; Yeryüzünde ağlama sesinin en çok duyulduğu topraklar ‘Anadolu’ topraklarıdır. Üzerinde o kadar çok medeniyet kurulup yıkılmış ki, her biri ayrı bir sevinç, ayrı bir dram doğurmuştur. Nesiller savaşarak var olmuşlar, savaşarak tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Ve bu topraklar o kadar mahzun, o kadar yorgundur ki; üzerinde yaşayanlar ağlamayı son sığınak, son teselli olarak görürler…
Asırlardır bu toprakların yöneticileri (Cumhuriyet dönemimizde Atatürk, İnönü’yü hariç tutuyorum) her nedense olayları küllemek, zamana bırakmak gibi bir eğilimi göstermekteler. Bu umursamazlık ve nemelâzımcılık, toplumu ve olayları önemsememek anlamına gelir ki; çok partili dönemimizde bunu çok yoğun olarak yaşıyoruz. Yöneticilerin iç tepkilerinde “ Olabilir, herkesin başına gelebilir, Allah’ın dediği olur” mantığıyla “Önemli değil” sonucuna vardıkları anlaşılıyor.
Öyle ya; ne önemi olabilir. Alt tarafı Kul, Ümmet, Reaya, Maraba, Amele, işçi, yoksul, fakir! Yokluklarının ve taleplerinin ne önemi var!
-Ülke Hukuku neredeyse özelleşme durumuna gelmiş, özel mahkemeler isteğe bağlı yargılamalar yapabiliyorlar…
Yapsın. Ne önemi var!
-MİT yasası ile Devlet üstünde Devlet doğuyor. Yurttaşın her türlü hareketini takip edebileceği gibi, mal varlığına da el koyabilecek…
Koysun. Ne önemi var!
-Sokaklarda her gün kadın tacizleri ve cinayetleri yaygınlaşıyor.
Yaygınlaşsın. Ne önemi var!
-Çeşitli kurum ve sokaklarda çocuklara karşı şiddet ve taciz olayları yaşanıyor.
Yaşansın. Ne önemi var!
-Ülke sınırları yolgeçen hanına dönmüş.
Dönsün. Ne önemi var!
-Uludere’de 34 yurttaş bombalanarak öldürülmüş.
Öldürülsün. Ne önemi var!
-Reyhanlı’da 52 vatandaş bombalanarak öldürülmüş. Kimin yaptığı bilinmiyor.
Öldürülsün. Bilinmesin. Ne önemi var!
-Demokratik taleplerde bulunan genç yurttaşlardan 8 i öldürülmüş, 11 inin de gözü kör edilmiş.
Öldürülürde, kör de edilir. Ne önemi var!
-İşçilerin sendikalaşma haklarının önü kesiliyor muş.
Kesilir elbet. Sendikalaşmanın ne önemi var!
-Yer altı zenginlikleri taşeronlara ve Uluslararası şirketlere peşkeş çekiliyormuş.
Çekilsin. Ne önemi var!
-Tarım arazilerinde Banka ipotekleri tehlikeli boyutlara ulaşmış.
Ulaşsın. Tarım arazisinin ne önemi var!
-Ülkede Din, İman ticareti yapılır olmuş.
Yapılır elbet. Demek ki para ediyor. Ne önemi var!
-Yolsuzluk Devletin her kademesini sarmış.
Sarsın. İş yapılan yerde rüşvet olur. Ne önemi var!
-Başbakanlık Müşaviri Somalı Madenci bir genci tekmelemiş.
Tekmeler elbette. O da bağırıp durmasın. Ne önemi var!
-Başbakan eylemini sözden fiziki eyleme dönüştürmüş.
Dönüştürür elbet. O Başbakan. Döverde, söverde. Ne önemi var!
-Başbakan, 1850 li yıllarda İngiltere’de de maden kazalarında ölümler oluyordu demiş.
Başbakan 250 yıl geride olduğumuzu itiraf etti. Ne önemi var!
-Soma’daki maden kazasında yüzlerce emekçi hayatını kaybetmiş.
Kaybetsin. Ekmek parasına çalışan işçi değil mi. Ne önemi var!
-Başbakan, Maden kazalarının ve ölümlerin bu işin fıtratında olduğunu söylüyor.
Başbakan söylüyorsa hemi vallahi, hemi billahi doğrudur. Ölümlerin, ölenlerin ne önemi var!
-Ben de diyorum ki: Siyasetin fıtratında yıkılmak da var, devrilmek de var, yargılanıp cezalandırılmak da var!
Ama iş işten geçtikten sonra ne önemi var!
Ağla yüreğim, ağla gözüm; içinde bir damla yaş kalmayana kadar ağla!
TÜRKİYE’Yİ KİM BÖLÜYOR
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@Hotmail.com
Biz Türkler, Fizyolojik Genetiğimizden mi yoksa Sosyal Genetiğimizden mi kaynaklanıyor bilinmez; yapıp yıkmaya, yıkıp yapmaya çok meraklı ve meyyaliz.
Cumhurbaşkanlığı Forsunda, tarihte kurulmuş Türk Devletlerini temsilen on altı yıldız var. Ancak Tarihi belgelerden günümüze ulaşan bilgilere göre Türkler, M.Ö. (İsa’dan önce) üçüncü yüz yılda Teoman’ın liderliğinde Büyük Hun Devletinin (Asya Hun Devleti) kurulması ile başlattıkları Devlet geleneği, on altı Türk Devleti ile sınırlı değil.
Türkler yirmi üç (23) Asırda, kayıtlara geçmiş Hanlık, Hanedanlık, Beylik, İmparatorluk, Kağanlık, Bağımsız Cumhuriyet, Özerk Cumhuriyet, Federe Devlet, Sovyetik Halk Cumhuriyeti, Bölgesel Bağımsız Hükümetler ve Geçici Milli Hükümetler şeklinde, yönetsel gücü olan Yüz Elli İki (152) tüzel kişilik oluşturmuşlardır.
Türk’lerin bu kadar tüzel kişilik oluşturup, kurup yıkmalarının sebebi ne? Elbette yüzlerce sebebi vardır. Burada, içe dönük sebeplerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
1-Kişisel hükmetme kültürünün yerleşik varlığı,
2-Kolektif yönetim anlayışının olmayışı,
3-Yerleşik düzene geçememe, 4-Yönetsel Hukukun yeterli olmaması, 5-Diplomatik organizasyon noksanlığı,
6-Ekonominin üretimden değil, savaş ganimetlerinden beslenmesi dolayısıyla, savaş halinin sürekliliği gibi…
Gelelim günümüze. Elde tutamadığımız bir Dünya İmparatorluğunun küçük bir parçası üzerinde, Antiemperyalist bir mücadeleyle kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti’nin durumu ne? Bölünme tehdidi ile sıkıştırıldığımız durumumuzu anlamak için, toplumsal davranışlarımıza, Yerel Seçim sonuçlarına, Siyasi liderlerimizin konuşma ve davranışlarına bakalım.
Aslında, Cumhuriyetin kuruluşundan buyana, çeşitli biçimlerde problemler çıkaran ve son otuz yılda terör bazına oturtularak devam ettirilen Kürt sorununun ülkenin başına açtığı gaileleri ve sonuçlarını doğru değerlendirmemiz gerek. Kürt sorunu kimine göre Politik, kimine göre ekonomik, kimine göre ise kültüreldir. Bu iddiaların hepsinde doğruluk payı vardır, ama mutlak değildir. Bu sorunların tümü Demokratik bir düzen içinde çözülebilir. Şayet çözülmüyor veya çözülemiyorsa, ülkedeki siyasette ve siyaset adamlarında bir zafiyet ve yetersizlik var demektir. Seksen Milyon insanın yaşadığı bu ülkenin önüne Kürt barikatı çekmeye ve onu görmezden gelmeye, idare-i maslahat yöntemiyle yönetmeye, tehditle çıkar sağlamaya kimsenin hakkı olmasa gerek.
Seçimlerde kullanılan oyların bölgesel blokajlara göre dağılmasını, tüm Partilerin ülkenin bütününe hitap edemeyişlerini, Parti liderlerinin ülkenin kimi bölgelerine gidemeyişlerini kim nasıl açıklar? Ülkeyi yönetenler böyle bir sakatlığın ortadan kaldırılması için ne düşünüyor? Kimi Partilerin bu hastalıktan yarar sağlamaları hangi Hukuka sığar?
Siyasi terminolojide kullanılan dil ülkenin birliği açısından belirleyicidir. Anayasasında ve yasalarında “Üniter” yapıda olduğu yazılan bir ülkede Irksal ve Dinsel etnik terminolojiyi, Halk yerine “Halklar” terimini kullanırsanız, Bir mezhebi Devlet desteğine alırsanız kimileri için bazı ayrılık kapılarını aralamış olursunuz. Hâlbuki Demokratik bir ülkenin siyasetçisi ve yöneticisi her yurttaşı ile aynı mesafede olması ve tümünün derdini dert edinmesi gerekir.
Yönetenlerin yıllara dayanan toplumsal korkuları hastalık durumuna gelmiş durumda. Öğrencilerin Demokratik taleplerinden, İşçi Sınıfının hak arayışından, bayramından, toplumun lâik din anlayışından ürkenler, korkanlar… Korkularını hak arayışındaki insanların üzerine gaz, toma, tüfekle, fişekle gidenler sebep yaratıp yaratmadıkları konusunu defalarca, günlerce düşünmek durumundalar.
Hukuktan yoksun ‘benim Mahkemelerim’ oluşturarak, kurgulanmış davalarla herkesi zanlı ve suçlu konumuna sokarak, kitleleri ürkütüp sessizliğin içinde boğmaya ve sömürmeye çalışan siyasi yönetenler, onlara emirberlik yapan Kamu görevlileri, tüm olanları tersyüz ederek, toplumun aldatılmasında en büyük köprüyü oluşturan görsel ve Yazılı Basın sahipleri ve yetkili görevlileri toplumun ayrışmasındaki rollerinin muhasebesini yapabilirler mi acaba?
Türkiye’nin şu anda yaşadığı rejimi, Lâik, Demokrat ve Hukuki olarak tanımlamak Demokrasiyi bilmemek anlamına gelir. Anayasa ve Yasalar biçimselliğin ötesine geçemiyor. Parlamento tek parmağın güdümünde hareket ediyor. Mahkemeler Adalet dağıtamıyor. Etnik baskı ve terörün ötesinde, Sosyal terör tüm toplumu korkunun esiri durumuna getirmek üzere… Kadın cinayetleri, çocuklara karşı işlenen suçlar ürküntü yaratıyor. Aynı mahalledeki komşular birbirinden çekinir korkar olmuşlar. Kamu mallarının yağmalanması ve hizmet alımında yapılan yolsuzlukları önlemek mümkün olmuyor ve rejim Demokrasiden Kleptokrasiye (Hırsızlık rejimi)doğru kayıyor.
Tüm bu olumsuzlukları yaşarken toplumdaki duygu değişikliğini görmek gerek. Acı çektirmekten ve acı çekmekten haz alır görünen, yokluğu, yolsuzluğu ve baskıyı destekler görünen ve olumsuzluklara tepki vermeyen toplumumuzu izlerken, yoksa ‘Sadomazoşist bir yapıya mı’ sürükleniyoruz diye düşünmekten de edemiyoruz.
Sorumuza cevap verelim: Her türlü soruna bigâne kalarak, Hırsızlığı, Hukuksuzluğu hazmederek, hiçbir meziyeti olmayan siyasi ve bürokratik yöneticilerimizi maddi ve manevi taltiflere boğarak, birbirimizi sevmeyip ötekileştirerek, Türkiye’yi hep birlikte bölüyoruz.
Birlikte yaşamaktan daha güzel ne olabilir ki? Artık yıkmaktan vazgeçelim. Çünkü yapması çok zor olacak!
HEVES, İHTİRAS VE DUVARLAR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Demagoji, Siyasetin en etkili silâhlarından biridir. Kitleler yalan ve hamasetle yönlendirilir, boş umutlar içinde beklemeye sokularak mücadele güçleri kırılır, liderler Tanrılaştırılır, uyutulan kitleler boş beşik sallarken, yandaşlar da sistemden her türlü nasiplenmenin yollarını bulurlar…
Demagojiye en çok başvuranlarsa, heveslerini, ihtiraslarını gemleyemeyenler, yönetsel ve siyasal kanalda hukuksal, eşitlikçi ve özgür düşünemeyenlerdir. Söylem ve eylemlerinde samimi değillerdir. Onlar gücü bir kez ellerine geçirdiklerinde, yaşamları boyu o gücü ellerinde tutmak ve her şeye hâkim olmak düşüncesindedirler… Bütün duvarları yıkacaklarını, kendilerinden başka güç kalmadığını zannederler…
Ülkemiz siyaseti, bugüne kadar hiç bu kadar Demagojik olmamıştı. Özellikle iktidar kanadı, yerel seçim propagandalarını Demagoji temeline oturtmuş, sorgulamayan, olaylarda ve gelişmelerde Nasıl? Neden? Kim? gibi sorgulamaları yapmayan seçmen kitlemizin geniş bir bölümünün oyunu alarak seçimlerden kârlı çıkmıştır…
Türkiye bu ihtiras yükünü kaldırabilir mi? Kaldıramaz. Şehir sokaklarının karmaşası ve korku alanlarına dönüşmesi, görsel ve yazılı basından okuyup izlediklerimiz, bu ülkenin bunca kişisel hevesi ve sonu gelmez ihtirasları kaldıramadığının işaretidir. Yurttaşlık kavramı, her konuda ortaklığa ve paylaşım temeline oturur. ‘O da benim, bu da benim’ dayatması yaptığınız zaman, yurttaşlık ortaklığı bitmiş demektir ve getireceği sonuç, karmaşa, kavga ve yok olmadır…
Her sistemin ve ülkenin kendini korumaya alan iç ve dış koruma duvarları vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin de iç ve dış duvarları var. Kimi konularda gereğinden az, kimi konularda gereğinden fazla. Meselâ İnsan Hakları, Hukuk, özgürlükler ve emeğin haklarının teslimi konusunda oldukça yüksek ve çok sayıda duvar var. Yığınların yönetime katılımı biçimseldir, sanaldır. Sermaye ve egemen sınıf çıkarlarını koruyan duvarlar yükseltilirken, ülkenin bağımsızlık duvarları aşındırılmaktadır.
Türkiye’yi yönetenler ihtirasları paralelinde aşabilecekleri duvar istemekteler. Yönetim yöntemlerini ülke ve toplumsal çıkarlar paralelinde değil, siyasi ikballeri doğrultusunda şekillendirip uygulamaktalar. Bu yöntem bitmek bilmeyen toplumsal rahatsızlıklara kaynaklık ediyor, barış ve gelişmenin önüne aşılmaz setler çekiyor…
“Siyaset, kalptekiyle dildekini samimiyet köprüsüyle birbirine bağlayabiliyorsa halka ve hakka hizmettir. Samimiyet köprüsü yıkılırsa, gönül ile dil arasındaki bağ kopar.” Kutlu Doğum Haftası dolayısıyla yaptığı konuşmada bunu söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan, kendi içinde çelişiyor, eylemi ile söylemi birbiriyle kavga ediyor… Başbakan, kendisi, etrafı, Partisi ve emelleri uğruna, toplum, Devlet, ülke ve Demokrasi adına olması gereken koruyucu ne kadar duvar varsa hepsini yıkmış, ancak yararına hizmet edecek bir sürü duvar örmekten çekinmemiştir.
Örneğin
Demokrasi anlayışı kendine münhasırdır. Hep ben, bana ve bize dönüktür. Onun anlayışında toplumun farklı parçaları olabileceğinin gerçekliği yoktur. Siyasi terbiye anlamsızdır ve terbiye duvarları paramparça edilebilir.
Demokratik, toplumsal Adalet anlayışı ve örgütlenmesi yıkılmış, yerine AKP doğrultusunda ve emir komuta içinde işleyen bir Adalet örgütlenmesi hayata geçirilmek istenmektedir.
Ekonomik ve sosyal duvarlar yıkılarak, uyduruk söylem, gösterge ve rakamlarla toplum yanıltılmaktadır. Rakamlar ve kalkınma aldatıcıdır. Toplumdaki sosyal tabakalar arasındaki yaşam kalitesi geniş yığınlar aleyhine gelişmekte, sosyal tabakalar arasına yüksek duvarlar örülmektedir.
Türkiye’nin Dünya’daki yerini koruyan bağımsızlık duvarlar yıkılmış, ülkenin bütünlüğü tartışılmaya açılmıştır. Etnik ayrışım günlük hayatımızın içine girmiş, farklılıklar arasına aşılmaz duvarlar örülerek, birlikte yaşamanın zemini hasar görmüştür.
Devleti, toplumu ve inançları koruyan duvarlar yıkılmış, inanç farklılıkları rekabete sokulmuştur. Karşılıklı inanç saygısı ve Devletin inançlar arasındaki tarafsızlığı yok edilmiş, inançlar arasın duvarlar örülmüştür.
Basın yayın kuruluşları ile okuyucu ve kimi kurumlar arasına, basın özgürlüğü ile basın yayın organları arasına duvarın ötesinde, mayınlar döşenmiş, iktidarı desteklemeyen yayın organları ekonomik ambargo ile boğulmaya çalışılmış ve yayın hayatına son verenler olmuştur.
Duvarlar yıkılıyor, duvarlar örülüyor. Hevesler, ihtiraslar uğruna kimi değerler yok ediliyor. İnsan haklarına, adalete, Demokrasiye karşı örülen duvarlar mutlaka yıkılır. Bilinmeli ki; hiçbir duvar yıkılmaz değildir. Yıkılır, hem de çoğu kez örenlerin, ördürenlerin üzerine yıkılır, iktidar yelkenini şişirenlerin, iktidar postuna oturanların üstüne yıkılır!
ŞAŞIRDINIZ MI?
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn42@Hotmail.com
Bir sürü gürültü patırtı içinde, itham, iftira, karalama, küfür ve hakaret dolu söylemlerle kompoze edilerek genel seçim havasına sokulmuş bir yerel seçim yaşadık.
Seçim sonuçlarından kimimiz memnun, kimimiz şaşkın. Şahsen sonuçlardan memnun da değilim, şaşkın da.
Memnun değilsen, neden şaşkın değilsin dediğinizi duyar gibiyim. Şaşkın değilim, bu sonuçları az veya çok sezinleyebiliyordum. Sezgilerim çok mu kuvvetli? Hayır! Belki de toplum ortalamasının altında sezgiye sahibim diyebilirim. Ancak gözlerim görüyor, kulaklarım bazı söylentileri işitiyor.
Algılarından, sezgilerinden asla şüphe etmeyeceğim halkımızın bazı duyu organlarında ‘arıza mı var’ diye de şüphe etmiyor değilim. Geleceğin Sinema Filmlerine senaryo olabilecek olayların cereyan ettiği ülkemizde, halkımızın hiçbir şey olmamış gibi davranması, her türlü eylem ve davranışında normal hayat akışı içindeymiş gibi hareket etmesi, geri kalmış ülkelerin ve toplumların sosyo-siyasal naturasına uysa da, İnsan’ın doğal düşünsel naturasına pek uygun düşmüyor.
1950 seçimlerinden bu yana yapılan seçimleri hatırlıyorum da, hiç birinde 30 Mart seçimleri kadar kirli propaganda dönemi yaşamamıştık. Hiç birinde bu seçimde olduğu kadar şaibe olmamıştı. Seçimlerimizde bu kadar kavga olmamış, bu kadar insanımız ölmemiş, yaralanmamıştı. Bu durum, AKP iktidarının ülke yönetiminde gösterdiği zaafın sonucudur, beceriksizliğidir.
Ortaya dökülen itham ve şaibelerin çoğunu hepimiz yıllardır, aylardır duyuyor ve birçoğuna da basın aracılığı ile tanık oluyorduk. Rüşvet sayılabilecek kimi maddesel dağıtımların seçim zamanında yoğunlaşması düşündürücüdür. Bu nedenle de seçimlerdeki propagandalarında temel deliller hırsızlık ve yolsuzluk üzerine oturtulmuştur.
Ülke insanlarının tümünü kucaklaması gereken Başbakan’ın seçim konuşmaları ayrıştırıcı, cepheleştirici, ötekileştirici, karalayıcı ve hakaret doluydu. Demokrasiye talepkâr ve özümseyici bir seçmen kitlesinin bu tür bir söylem biçimini tümden reddetmesi ve ters tepki vermesi gerekirken, aksine alkışla destekleyip taltif etmesi, Demokrasimizin geleceği konusunda derin şüpheler yaratıyor.
Seçimler sürecindeki bir başka yanlışlık ve hukuksuzluk da, Partiler karşısında tarafsız kalması gereken Devlet Mekanizmasının iktidar partisi doğrultusunda seçimlerde müdahil olmasıdır. Bakanların oy sandıkları başında durmaları, yerel yöneticilerin davranış biçimleri ve çeşitli müdahaleleri, Devletin seçimlerdeki tarafsızlığına gölge düşürmüştür, söylentilere neden olmuştur. Muhalefet Partileri iktidar Partisinin yanında, Devletle de yarışmak zorunda kalmışlardır.
Seçim süreci ve sonucunun bir başka olumsuz yanı, bazılarının talebi olan bölünmüşlük haritasının şekillenmesidir. Muhalefet Partilerinin propaganda sürecinde ülkenin bir bölgesine gidememeleri, çoğu yerde aday gösterememelerinin nedenleri açıklanmalıdır. Seçim sonuçları gösterdi ki; oylar bölgesel etnik blokajla kullandırılmış, harita değişimine adım atılmıştır. İktidar partisi AKP’nin bu şekillenmedeki hata ve günahlarını, seçmen kitlesinin gelecekte nasıl değerlendireceği ise merak konularından biri olacaktır.
Yıllarca uygulanan antidemokratik, dinsel ve etnik baskılarla şekillendirilmiş mental yapı içindeki bir toplumun, başka türlü davranış sergilemesi ve seçmen eylemini hak, hukuk, özgürlük, eşitlik ve Demokrasi bazına oturtması düşünülemezdi. Nitekim baskıcı bir iktidara yeni bir güç kattığımız Demokrasi oyunumuz fos çıktı!
Seçtik veya seçildiler. Ama şöyle, ama böyle seçildiler. Yarın, öbür gün mazbataları ellerine verilir. Temennimiz, çalmadan, çaldırmadan yurttaşlara eşit hizmet vermeleri.
Hepsine yürekten başarılar diliyorum!
30 MART SEÇİMLERİ KÖPRÜ MÜ, UÇURUM MU OLACAK?
ABDULLAH AYDIN
ab.aydinn1942@hotmail.com
Toplumlar geleceklerini özgürce yapabilecekleri tercihleri ile belirler. Belirlemenin doğru veya yanlışlığında, birçok faktör etkili olduğu gibi, en büyük etki, siyasi yönetenler ve siyasi örgütlenmelerden gelir. Değişimin, yön, kalite ve karakteri siyasal yapılanmalar ile paraleldir; o yapılar ve yapılanmaların özelliklerini taşır.
Yerel seçim öncesi siyasi liderleri dinlerken, toplumun ve Türkiye’nin önünde zorlu ve dolambaçlı yolların olduğuna, geleceğimizi belirlemede hayli zorlanacağımız, yüksek ve çetin engebeleri geçmemiz gerektiği kanaatine varıyoruz. Umudumuzu dik tutmaya çalışırken, umutsuzluğa kapıldığımız anlar da olmuyor değil…
Saklamaya çalışılmasın, Türkiye her yanıyla işgal ve kuşatma altında bir ülke. Dış kıskaç ve prangalarından kurtulmaya çalışan bu ülke, son yıllarda bazı çevrelerin ve iktidar sahiplerinin işgaline de uğramış durumda. Ülkemizin canı, iç kuşatmalar sorunu nedeniyle daha çok yanacağa benziyor…
Hak ve Adaleti temel alan İslâm inancı, Siyaset ve Ticaret delili olarak kullanılıp, günlük her türlü iş ve ilişkinin içine çekilmekte ve baskı aracı olarak kullanılarak iç kuşatmada önemli rol oynamaktadır. Karşı duruşlar, itirazlar, hatta öneriler, siyasiler tarafından Dini söylemlerle karşılanmakta, Demokratik çözüm yolları tıkanarak, inançsal bir kuşatma yaratılmaktadır…
Ekonomi ve sermayenin yapılanması, iç kuşatmada bir başka güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bankacılık ve egemen sermaye, sermayesiz iş dünyamızı avucunun içine alırken, Devlet eliyle yapılan kamu yatırım harcamaları olan ihaleler, hukuk dışı yollarla ve partizanca dağıtılarak yeni bir haramzadeler sınıfı yaratılıyor ve bu kesim kuşatmanın etkin bir elemanı ve Finansörü olarak kullanılıyor…
Mezhep, Tarikat, Cemaat ve Aşiret örgütlenmeleri Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hep sorun ve rahatsızlık odağı olmuşlar, özellikle siyasi alanda belirleyici rol oynamışlardır. Ülkemizdeki gerici, tutucu, muhafazakâr ve baskıcı iktidarların hayat kaynağı bu tür örgütlenmelerdir. Siyasete doğrudan ve dolaylı müdahil oluyor, toplumu çağ dışı yapılara çekmeye çalışıyorlar. İşi çatışma ve ayrışma noktasına taşıyan bu karanlık örgütlenmeler, ülkenin başını daha çok ağrıtacak eylemlerden uzak durmuyorlar. Kimi sağ siyasetlerde, ülkenin gerici kuşatılmasında bu oyunculardan yeterince yararlanıyorlar…
Bölgesel Sosyal, Siyasal ve Ekonomik sorunları teğet geçerek, Demokrasi ve İnsan Hakları söylemiyle, terör ve dış destekli etnik siyaset yapanlar da kuşatmanın etkin elemanı olarak işlev görüyorlar. PKK terör örgütü ise, onun la eylem ve kadro ilişkisi içinde olan BDP’nin legal bir Siyaset kurumu olarak kabul edilmesi hukuksal ve Siyasal hiçbir tanıma sığmaz. Etnik bir ayrımcılığı ve terörü gündeminden çıkarmayan ve legal siyaset içinde cirit atan bu yapılanma, Türkiye’nin göstereceği çoğu gelişme ve atılımı bloke etmekte, kuşatmanın baş aktörleri arasında yer almaktadır…
Demokratik devletlerin temel direği ve halkın son sığınağı olan Adalet mekanizması, tehdit, şantaj ve kanun oyunları ile iş göremez hale getirilmiştir. Çaresiz kitlelerin son sığınağı olan Adalet, yandaşlaştırılarak iç kuşatmanın etkin elemanlarından biri haline sokulmuştur. Toplumun ve Adalet mekanizması içinde emek veren insanlarımızın bu uygulamaya karşı oldukça sert tepki vermeleri kaçınılmazdır ve uzak değildir…
Kim olursa olsun, hangi Siyasetten olursa olsun, ülkemizin ve insanlarımızın geleceğini çalan hırsızlarla mücadele etmek, soyguna, talana dur demek, insanlarımızın emeğinin ve artı değerlerinin birilerince yutulmasını engellemeye çabalamak insanlık görevidir. Dağıtılan paketlere, zarflara konan üç-beş liraya onurlar satılmamalıdır. Küçük çıkar ve menfaatler karşılığı Kula kulluk etmek onurlu insanlara yakışmaz. Kula kulluğun sonu yoktur. Kula kulluk etmenin sonu köleliktir. Kula kulluk edenler hem kendilerine, hem de inançlarına ihanet ediyor demektir…
30 Mart günü yapılacak yerel seçimlerde halkımız yapacağı siyasi tercihlerle gerçek Demokrasiye, Hukuk Devletine, özgürce birlikte yaşamaya, kardeşliğe, iç ve dış kuşatma zincirlerini kırmaya köprü kuracağı gibi, yaşadıklarından ders çıkarmayarak, gerçeklere gözlerini kapayıp, yıllarca aldatılmışlığı doğrultusunda oy kullanırsa, düşeceği uçurumun derinliğini kendisi bile ölçemez…
Karanlıklara, küçük paketlere, öte dünya vaatlerine aldanıp oy kullanarak, ülkemizin ve çocuklarımızın geleceğini çaldırmayalım. Halkımızın akıl, mantık, onur ve dürüstlük yolunu seçeceğine inanıyorum!
UMUTLAR YEŞERİRKEN
Abdullah Aydın
Ab.aydin42@hotmail.com
Her seçim bir yeniliktir ve umutlarla doludur. Yenilenmek için eskiyen, yıpranan, beklentilere cevap vermeyen yapıların değişmesi gerekir… Doğa yasasıdır ve sosyal gerekliliktir
Eviniz büyük ölçüde yıpranmıştır, boyaları dökülmüştür. Evinizin tamir edilerek yenilenmesi için Mühendis olarak bildiğiniz birisiyle anlaşıyorsunuz. Mühendis Müteahhidiniz işe şevkle başlıyor ve evinizdeki kimi harabiyetleri tamir ediyor, evinizin daha hoş görünmesi için yeni bir renk vermek istiyor… Razı oluyorsunuz ve gözünüz kapalı rıza gösteriyorsunuz Mühendisinize…
İlk günlerde evinizin dekorasyon ve renginde yaptığı astar yenilik ve değişikliklerinden memnun oluyorsunuz… Ancak gün geçtikçe evinizi hoşlanmadığınız renklerle boyadığını, kabullenemeyeceğiniz şekillerle dekore ettiğini, pencereleri küçültüp siyah perdelerle örtmeye çalıştığını, duvarların kirli boyalarla boyandığına tanık oluyorsunuz…
Ev kirlenmiş, tahrip olmuş, bozulmuştur… Bu ev artık durulacak bir mesken olmaktan çıkmıştır… Duvarlar tam birbirinin zıddı renklerle kirletilmiş, Orta direk tahrip edilmiş, kırılma noktasına gelmiş… Dış duvarlar delik deşik olmuş, börtü böcek evi yolgeçen hanına çevirmiş, giren belli değil, çıkan belli değil… Ev ahalisi birbirine girmiş, herkes karşısındakinin gözünü oymaya çalışıyor…
Huzurunuz kaçmış, çileden çıkmışsınızdır artık… Bunca masraf, bunca emek, bunca zaman boşa gitmiştir. Araştırıp, soruşturuyorsunuz; meğer işinizi verdiğiniz kişi Mühendis değil, kendisini öyle tanıtan bir uyanıkmış! Taşeronluk yapıyor, çalıştırdığı işçileri bile dolandırıyor muş! Aldatmaca yöntemlerle kazandıklarının tümünü de cebe indiren birisiymiş! Yetmiyor; bir yandan da en iyi, en doğru olduğuna çevreyi inandırmaya çalıştığına tanık oluyorsunuz… Türkiye tıpa tıp bu eve benziyor. Türkiye’nin içine düşürüldüğü durum aynen bu ev gibi… Türkiye’de olanın bir küçüğü senin başına gelmiş sanki!
Kişilerin ve kitlelerin en büyük yıkıntısı ruhsal parçalanma, psikolojik tahribattır. Tedavisi mümkündür, ancak zordur. Maddesel onarımdan daha uzun bir sürece ve daha titiz bir tedavi dönemine ve daha uzun bir rehabilitasyon dönemine ihtiyaç vardır…
Toplumumuz bu zorlukları yaşarken, öte taratan iyi niyetli kişi ve gruplar çıkış yolları arıyor. Ülkenin her tarafından, her katmanından umutları canlandırıcı kıvılcımlarının çaktığına da tanık oluyoruz… Kıpırdayan toplumsal Demokratik gelişmeler umutları ateşliyor, yeşertiyor…
30 Mart seçimleri yaklaşırken sokaklar, meydanlar, kahvehaneler, evler kıpır kıpır. Ülkenin her hücresinden muhalif sesler yükseliyor. Adalet, Özgürlük ve Demokrasi talepleri yoğunlaşıyor. Her ne kadar sahte Mühendisimiz tüm ışık deliklerini kara örtülerle kapatsa da, duvarları kirli renklerle karartsa da, umut ışıklarının, özgürlük ve adalet talepleri çığlıklarının içeri sızmasını, çıkış yollarının aydınlanmasını önleyemiyor…
Bir başka cıvıldaşıyor kuşlar, sanki siyasi baharı müjdeler gibi… Güneş daha bir güleç aydınlatıyor Dünya’yı… Ay daha bir neşeli gülümsüyor gecenin karanlığını yararak…
Gençlerimizin bedenleri sarık şalvara geçirilmeye çalışılsa da, beyinlerindeki o çağdaş aydınlığı kapayamıyorlar. Dirençleriyle geleceğe umut taşıyor gençlerimiz…
Fabrikalardan emekçilerin eşitlik ve özgürlük isteyen gür sesi sokaklarda yankılanıyor, kimilerinin yüreklerini titretiyor…
Stadyum tribünleri, miting meydanları ‘hırsız var’ çığlıkları ile inlerken, soyulduğunu, yoksullaştığını, aldatıldığını haykırıyor…
Kalemini ve kelâmını paralel iki karanlık güce kiralayanların veya satanların bazıları satılmışlık utancını yaşıyor, pişmanlık içinde kalem ve kelâmlarını geri istiyorlar…
Paralel iki karanlık gücün kıskacına düşen Türkiye, gericilik, hırsızlık, yolsuzluk ve yoksulluk bağlarını kırmak, adalete, özgürlüğe ve tam bağımsızlığa ulaşmak istiyor…
Tepkiler, toplumu karanlıklarla, ekonomik korsanlarla, siyasi dolandırıcılarla mücadeleye, gelecek için bir ışık yakmaya çağırıyor…
Her seçim bir umuttur, seçenektir. Halkımız 30 Mart günü sandıklarda bir nevi geleceğini oylayacaktır. Toplum, sokulduğu bu karanlık dehlizlerde boğulmamak için, Doğanın İnsana verdiği en büyük nimet olan aklını, olanları ve gerçekleri görerek kullanmalıdır…
Aklını doğru kullan ki; yeşeren umutlar bir daha solmasın!
Sistemin kusmukları
ABDULLAH AYDIN
abdaydin42@hotmail.com
Ülkemizin Siyasal sistemi, uzun zamandır altından üstünden, sağından solundan kusmaya ve kaçırmaya devam ediyor.
Tıp yazılımlarına göre kusmak, Sindirim sistemine ait bir sorun olup, karın kaslarının ters çalışması sonucu oluşan fizyolojik bir tepki ve korunma eylemidir.
Kusma nedenlerini, sistemdeki iltihaplanmalar, sistemi etkileyen ruhsal nedenler, yeme bozuklukları, gıda zehirlenmeleri olarak sıralayabiliriz. Kusma, bulantı ve öğürme eşliğinde güçlü bir enerji sarfıyla rahatsızlık yaratan birikintilerin mideden dışarı atılmasıdır.
Bu tanımlamalarla ‘Tıp dersi mi veriyorsun?’ diye sorulabilir. Hayır. Bu tanımlamalarla, yaşadığımız sistemin zamanımızdaki benzerliklerini ve sorunlarının benzerliklerini ve varacağı sonuçları anlatmaya çalışacağım…
Yönetsel erki elinde tutan siyasal sistemimizin işleyişi ve ona paralel gelişen Sosyal ve Ekonomik yapımız rahatsız. Çeşitli dürtü, etki ve olumsuz uygulamalarla midesi bulanıyor, öğürüyor ve kusuyor; pis kokulu, karışık ve kirli kusmuklar etrafa saçılıyor…
Ülkeyi yönetenler ve yönetmek isteyenlerle, yönetilenler ve yönetilmeye razı olanlar arasında aşılmaz farklılıklar var. Konuşulan dil bile iki kesim arasında değişik ağız ve lehçelerle farklılaşıyor, bizim olmaktan çıkıp benim oluyor ve anlaşılamaz hale geliyor…
Yönetenler ve yönetmek isteyenlerin her eylem ve amaçlarına, sayısını bir türlü bilemediğimiz seçmenin kullandığı oy sandığı, Dinsel ve geleneksel inanç ve adetler, haksız edinilmiş mal ve makam varlıkları hizmet ederken, Meclis çoğunluğu kanalıyla da yasal zemin ve dayanaklar oluşturulmakta ve meşruiyet kazandırılmaktadır. Yönetilenler ve yönetilmeye razı olanlar ise olanları çaresizlik içinde gıpta ile uzaktan izlerken, varlığının nedenini bile anlayamamakta, yaşadığı kişisel ve toplumsal trajediyi seyretmekle yetinmekte ve İlâhi gücün dağıtım adaletine sığınmaktadır…
Siyasetin akortsuz işleyiş ve müdahaleleri, ülkedeki tüm yapıların işlevini bozuyor, toplumsal felsefesini altüst ediyor. Rahatsızlanan kurumlar sistem içinde şişkinliğe, kokuşmaya, kirlenmeyi ve hastalığı yayarak öğürtüye ve kusmaya neden oluyor.
Hakaret, küfür ve zorbalık, teslim aldığı Meclis salonlarından ülke sokaklarına yayılıyor. Örnek olması gereken insanların yoz kabadayılıkları, adeta yaşam felsefesine dönüşerek zorbalığın ve hukuksuzluğun yollarını döşüyor.
Başbakan gelecek nesillere ibretlik siyasi bir edebiyat bırakıyor. İmalı küfürler havada uçuşuyor. Siyasi Edebiyatımız kaynağını iktidardan alıp, muhalefette karşılık bulan lâf sokuşturmaları ile kirleniyor, bayağılaşıyor. Gelecek nesillere kirli, lekeli ve kusmuk bulaşmış pis kokulu sayfalar çeviriyor.
Yolsuzluk yoğunluğuna paralel yoksullaşma alanı genişliyor. Yolsuzluk sanki doğal bir hakmış gibi toplumun belleğine yerleşiyor. Yönetenler bu kirlenmeye yasal zemin hazırlamakta oldukça mahir davranıyor.
Kimileri özerklik, bağımsızlık peşinde koşuyor. Bölgecilik, Cemaatçilik, Tarikatçılık, Mezhepçilik, Dincilik almış başını gidiyor. Ülke bölünmenin eşiğine gelmiş, bu ülke insanı Ulus olmaktan hızla uzaklaşıyor.
Ekonomi istihdam yaratmıyor. İşsizlik ve yoksulluk yaygınlaşıyor. Dış politika Türkiye’yi yalnızlaştırıyor. Mahkemeler özgür ve adalete uygun karar veremiyor. Yasama organındaki çoğunluk adalete uymayan yasal düzenlemeler yapıyor.
Ülkeyi bu hale getirenlerin Siyaset, yönetim ve iş hayatı içinde ve uygulamada söyledikleri ilginç sözlerden çok küçük bir demet sunalım:
‘Ananı al da git’! ‘Şeyini şey ettiğimin şeyi’! ‘Satıyoruz, satıyoruz bitmiyor, ne Komünist ülkeymişiz’! ‘Raporu nerenize koyacaksınız?’! ‘Tasmalarından kurtardık’! ‘’Gavat’! ‘Bu milletin ….. koyacağız’! Sözlerin çok bilimsel, veciz ve Edebi olduğunu(!) siz de kabul edersiniz herhalde!
Bu tür söylem ve davranış içinde olan insanların yönettiği bir ülkenin iyilikler için de olduğu düşünülemez. Sadece karşı olanlar değil, kişiler ve kurumlarda, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum karşısında bencil ve küçük hesaplar peşinde olurlarsa, etrafa saçılan bu kirlilik ve kusmuk içinde ilk boğulacaklardan olacaklardır.
Türkiye bilinmez bir yol ayrımına doğru hızla ilerliyor. Bölünme ve kara Faşizm tehlikesi üzerimize çullanmış durumda. Ancak yaklaşan yerel seçimler Ülkemiz için bir umut ışığı olabilir. Halkımız, kullanacağı oylar ve yapacağı doğru tercihlerle ufkunda ışığı görebileceği bir pencere açabilir, ya da, üzerine örtülmek istenen kirlenmiş kara örtü altında kusmukta boğularak, umutsuzca geleceğini bekler!
Abdaydin42@Hotmail.com
YUH YUUHH
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Canım ülkemin canı yanmış canım insanlarının eline yeni bir eğlencelik daha geçti… Ancak bu eğlencenin nerede biteceği pek tahmin edilemediğinden, gülmekle ağlamak arasında salınacakları, ‘neler oluyor?’ şaşkınlığı içinde seyrederken dudaklarının uçuklayacağı, Türkiye adına dramatik sonuçlara gebe, utandırıcı ve yüz kızartıcı bir eğlencelik…
Yıllardan değil, asırlardan beri acılarla, aldatmalarla, sömürüyle kavrulan bu toprağın acılı insanları, çektikleri acıları ve çileleri tevekkülle karşılamış, eğlenip gülebileceği sözlü metinlere çevirerek savuşturmayı yeğlemiştir. İşin en acı tarafı ise; kötülüklerle yaşamayı öğrenirken, onlarla mücadele etmeyi pek başaramamıştır…
Utanma, arlanma bitarafa bırakılmış olacak ki; son yıllarda Türkiye’de yolsuzluk ve rüşvet dereleri açıktan akıyor ve ortalığı iyice kirletip kokutuyor. Yaşadığımız AKP-Fethullah Gülen Cemaati kavgası da bunun son örneği. Kavgalarının, dalaşmalarının hiçbir yerinde ülke ve toplum yararı yok… Bu kavgada ülke ve toplum yararı olsa, haklı olan tarafta yerimizi almamız görevdir, kaçınılmazdır…
Ancak, ABD destekli ve Patentli bu iki hareketin boğazlaşmalarının temel nedeni, ülke yararı ve toplumun geleceği olsa Amenna diyeceğiz. Bu dalaş, iyiliğin, güzelliğin, sevginin, saygının, Hukuk’un paylaşılma isteğinden doğmuyor. Aynı kirli kanallardan beslenmeye çalışan, Türkiye’nin pöçüğüne yapışmış bu gericilik örgüsünün kankalarının kavga nedeni, Devleti ele geçirme, arzuladıkları çağ dışı rejimi ülkede hâkim kılma ve ülkenin artı değerlerini talan ve soygun paylaşımıdır…
Din, İman, Allah, Peygamber tacirlerinin düştükleri ve ülkeyi sürükledikleri durumun vahameti korkutucu duruma geldi. İnsan haklarının, Hukukun, Demokrasinin kalıntıları bile yok edilmeye çalışılıyor. Yoksul, güçsüz ve örgütsüz insanlarımızın yaşam hakları ellerinden alınmış, hiçbir yurttaşlık görev ve haklarını kullanamaz duruma getirilmişlerdir. Talan, yolsuzluk, hırsızlık toplum ve ülke değerlerinin tümünü ele geçirmiş gibidir…
Sosyal genetiğimizde bir arıza olsa gerek ki; iktidar olanlar veya gücü ele geçirenler mal, mülk, para edinme peşine düşüyorlar. Ortaya çıkan yolsuzlukların, buzdağının küçük bir parçası olduğu söylenirken, daha nice olumsuzluklarla karşılaşacağımızın da haberini veriyor…
Bu kirlilik, bu pislik akıntısı içinde en büyük tahribatı halkımız ve Devlet görüyor. AKP Hükümetinin ve kadrolarının tasfiyesi o kadar önemli değil, ama Devletin kirlenmesi, çürüme ve çözülme noktasına gelmesi çok çok önemli ve tehllikeli…
Âşık Mahzuni Şerif’in isyan ettiği Yuh Yuh başlıklı şiirinden bir parçasını Türkü Formundaki yazılışıyla nakledelim:
Bu kadar Milletin hakkın alanlar
Onları kandırıp zevke dalanlar
Diplomayla olmaz Hâkim olanlar
Suçsuzun başına çöktün ise yuh.
Yuh yuh soyanlara
Soyup kaçıp doyanlara
İnsanlara kıyanlara
Yuh nefsine uyanlara
YUH YUH!
Ahlâksızlarla, Ahlâksızlıkla mücadele İnsanlık görevidir ve ahlâk gereğidir. Kendimizi temiz İnsanlar olarak algılıyorsak, Sosyal ve toplumsal pisliklerin temizlenmesi, kirliliğin yok edilmesi ve temiz toplum oluşturmakta görev hepimize düşüyor. Beklemek, uzaktan bakmak ahlâksızlara yol vermekten başka bir anlam taşımaz… Pislik devredeceğimiz gelecek nesillerde haklı olarak bizleri yuhalar…
YALAN HİKÂYELER ve MANZARALAR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Bütçeler ve bütçe görüşmeleri bir ülkenin geleceğini plânlayıp yönlendirirken, geçmişin yapılanlarını ve yapılmayanlarını da ortaya döker…
Ülkemizde bütçeler yapılırken, genelde Ekonomi bilimi ve Plânlamadan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışılır. Devlet gelirlerinin paylaşımı, ülke ve Yurttaş gereksinimleri doğrultusunda değil, siyasilerin oy devşirmeye yönelik istemleri doğrultusunda yapılır. Bu uğraşta, sansasyon yaratıcı, seçmeni yanılgıya sürükleyen, üretim ve istihdam öngörmeyen yatırımlar ön plâna çıkar…
Bütçe tartışmaları, çoğunlukla bütçe dışı konuşmalar, atışmalar, suçlamalar, hakaretler ve kızgınlıklarla geçer. Biz yurttaşlarda, bu kargaşa ortamında sarf edilen kelime ve cümle aralıklarından ülke gerçeklerini öğrenmeye çalışırız…
Bütçe kullanımının sonuçları ne olursa olsun, sonuç iktidarlara göre başarılı, muhalefete göre ise başarısızlıktır, iflastır. Verilen rakamların çoğuna kılıf geçirilmiştir, uydurmadır, dengelemeyi ve yurttaş yanılgısını hedefler ve toplum talep ve tepkilerinin de pek önemi yoktur…
Bütçe rakamları ve raporları hep kalkındığımızı, geliştiğimizi, büyük Ekonomi olduğumuzu, Sosyalleştiğimizi söyler. Ancak gerçek hayat bütçe veri ve söylemlerini doğrulamaz, toplumsal yaşamımız hicran ve hüsranlarla doludur…
Genel basına yansıdığına göre, 2002 yılında ülkemizdeki ‘Hayat Kadını’ sayısı Yirmi Beş Bin iken, 2010 yılında bu sayının Yüz Bin civarında olduğu belirtiliyor. 2013 yılında da kırk Bin kişinin vesika beklediği belirtilmektedir. Sektör haline gelen bu işte temsilcilik yapanlar da, Genelev sayısının arttırılmasını talep ediyorlar. Bu talep ahlâki bir çöküntüden ziyade, Ekonomik bir çöküntünün göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Hiçbir kadın, zevk uğruna beğenmeyeceği bir erkekle birlikte olmayı istemez. Şayet bir kadın her gün birçok erkekle birlikte olmak zorunda kalıyorsa, bunu zevk için yaptığı düşünülemez, ahlâki normlarla değerlendirilemez. Çünkü bu İnsan anatomisi ve duygularına ters bir durumdur…
Verdiğimiz bu tek örnek bile Ülkemizin kalkınmadığını, Ekonomisinin reel anlamda büyümediğini, Bütçelerin gerçekçi olmadığını, gelir paylaşımının adil olmadığını, Devletimizin Sosyalleşemediğinin açık bir göstergesidir…
Son yıllarda ülkemizde söylenen bir sözü değiştirerek söyleyelim: Bir canlı için söz konusu yaşamaksa, gerisi teferruattır!
MATRUŞKA DEVLETLER
Türkiye’de herkes yıllardan beri Devlet’ten şikâyetçi. Devleti yönetenler, Devlet gücünü kullananlar, Devlet’in yasalarını yapanlar, Devlet’ten geçinenler, yönetilenler, vergi verenler; herkes şikâyetçi. Yıllardan beri bitmeyen bir ‘Derin Devlet’ hikâyesidir gidiyor. Gadre uğradığına inananların başvurduğu bir ithamdır Derin Devlet. Darbe yapılır, muhtıra verilir Silâhlı kuvvetler içindeki Derin Devlet’ten bahsedilir. Polis bir takım operasyonlarda bulunur; Polis içindeki Derin Devlet’ten bahsedilir. Faili meçhul cinayetler olur, Derin Devlet’ten bahsedilir. Kimi sosyal girişimler başarısızlığa uğramıştır, suçlu bulunmuştur; Derin Devlet… Terör ortalığı kavurmaktadır, barışı engelleyen, provake eden Derin Devlettir!
Hükümet ile Gülen Cemaati arasındaki paylaşım ve egemenlik kavgasında da, kimilerine göre perde arkasındaki kışkırtıcı güç Derin Devlet’tir. Ey Hükümet ve Cemaat! Silâhlı Kuvvetleri ağababanız ABD ile ortaklaşarak iyice benzettiniz. Polis teşkilatını ‘bizden polisler’ durumuna getirdiniz. Mahkemeleri özelleştirip emriniz altına aldınız. Parlamentoyu yasama organı olmaktan çıkarıp, Hükümetin Zabıt Kâtipliğine, Tahrirat Kâtipliğine, Noterliğine çevirdiniz. Sendikaları iğdiş edip, emekçileri namerde muhtaç duruma getirdiniz. Kamu çalışanlarını Hünkâr’ın kulları durumuna getirdiniz. Eeee! O zaman sormak gerek: Canı yananın veya başarısız olanın her kötü işin altında aradığı Derin Devlet ne ola ki? Matruşkalar gibi birbirinin içinden mi çıkıyor? Bu ülkede, kimin yönettiği belli olmayan kaç tane Derin Devlet var? Bu ülkeyi onlarca yıldır aynı anlayış, aynı mantık yönetmiyor mu? Derin Devlet’i neden ortaya çıkarıp teşhir etmiyorsunuz?
Derin Devlet’i ortaya çıkaramazlar! Çünkü varlık nedenleri yaratılan Derin Devlet’in varlığı ile kaimdir. Derin Devlet: İnsan Haklarının yokluğudur, Hukuksuzluktur, eşitsizliktir, kamu malını talandır, yurttaşın sahipsizliğidir, toplumun duygularının sömürülmesidir, yoksullaştırmadır…
Bu konularda ortaklaşa marifetli olduğunuza göre; Derin Devlet daha çook devam edecek demektir…
KRAL ÇIPLAK-MIŞ
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Geçmişte, çoğu olumsuzluklar karşısında sessiz kalan kimi çevreler, son zamanlarda canları çok yanmış olacak ki, açık ve gizli “KRAL ÇIPLAK” diye fısıldaşmaya, homurdanmaya, söylenmeye başladılar…
Hâlbuki bu ülkede, uzun yıllardan beri “KRAL ÇIPLAK” diyen bilim insanları, sivil toplum örgütleri, Siyasi Partiler var. Ama onlar, bu gün homurdananlar, sızlananlar tarafından yıllarca lânetlenmiş, ötekileştirilmiş, servet ve mülkiyet düşmanlığıyla, daha da ileri gidilerek Komünistlik ve vatan hainliği ile suçlanmışlar, karalanmaya ve yok edilmeye çalışılmıştır. Ancak; tüm çabalarına ve iktidar hempalığına rağmen gerçeklerin üstünü örtememişler ve Kral’ı giydirememişlerdir…
Bu ülkede ne zaman Kral ve Krallar çıplak değildi ki:
Temel amacı ‘Toprak Reformunu’ engelleyip, milyonlarca insanı Marabalığa mahkûm eden, Demokratik talepler kılıfına sarılmış “Dörtlü Takrir” verildiğinde ve kendince başarıya ulaştığında da Kral Çıplaktı,
Açık oy, gizli sayım yapıldığında da Kral çıplaktı,
Kore’ye Asker gönderilirken, NATO’ya girilirken de Kral çıplaktı,
ABD ile yapılan ‘ikili Askeri antlaşmalar’ imzalanırken de Kral çıplaktı,
Köy Enstitüleri kapatılırken, ‘odunu koysam Milletvekili seçtiririm’ derken de Kral çıplaktı,
‘Vatan Cephesi’, ‘Tahkikat Komisyonu’ kurulurken de Kral çıplaktı,
6-7 Eylül olayları olduğunda da Kral çıplaktı,
27 Mayıs darbesi yapılırken, siyasetçiler asılırken de Kral çıplaktı,
15-16 Haziran hak direnişinde yüz binler canı pahasına hak ararken de Kral çıplaktı,
Muhtıralar verildiğinde Ulusun gücünü kullanamayıp, şapkayı alıp kaçarken de Kral çıplaktı,
Balyoz bindirmesiyle, Sol Siyasi Partilerin, Emekçi Örgütlerinin kapatıldığında da Kral çıplaktı,
1977 1 Mayısında İşçi ve emekçilere suikast ve katliam yapılırken de Kral çıplaktı,
Yollar yürümekle aşınmıyor, sağcılar suç işlemiyor denirken de Kral çıplaktı,
24 Ocak ekonomik faturaları halka yüklendiğinde de Kral çıplaktı,
1980 darbesi geliyorum dediğinde kulak tıkayıp, gözler kapatılarak, ülke halkına Postal ve Dipçik ziyafeti çekilmesine yol verildiğinde de Kral çıplaktı,
Yüz binlerce İnsanımızın zindanlara doldurulduğu, tüm İnsani haklarının gasp edildiği, işkencelerde boğazlandığı, sakat bırakıldığı, faili meçhule gittiği, yaşları büyütülüp boğazlarına idam ilmiği geçirildiğinde de da Kral çıplaktı,
‘Asmayalım da besleyelim mi’ denildiğinde de Kral çıplaktı,
‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne’ zortlamasında da Kral çıplaktı,
‘Benim Memurum işini bilir’ görevi verildiğinde de Kral çıplaktı,
‘Biraz da Küçük Turgut’la oynasınlar’ Tiradında da Kral çıplaktı,
Asker’in başına Çuval geçirildiğinde de Kral çıplaktı,
‘Bu adamı deliğe süpürmeyin, kullanın’ öğüdü yapıldığında da Kral çıplaktı,
‘Biz BOP Eş Başkanıyız’ deyip, amacını bile anlamadan horozlanıldığında da Kral çıplaktı,
Günahsız insanların başına bombalar yağdırılırken de Kral çıplaktı,
Çadır Mahkemeleri, Demokrasi dışı Özel Yetkili Mahkemeler kurulurken de Kral çıplaktı,
Silivri yargılamalarında da Kral çıplaktı,
Bir Başbakan dertlenen bir yurttaşına ‘Hadi, ananı da al git!’ dediğinde de Kral çıplaktı,
Oslo görüşmelerinde, açılım ve İmralı sürecinde de Kral çıplaktı,
Demokratik haklarını kullanan insanlar kör edilirken, gaza boğulurken, katledilirken de kral çıplaktı,
‘Cami’de içki içtiler’ yalanı ortaya atıldığında da Kral çıplaktı,
Ortadoğu ve İslâm ülkeleri ve Dünya liderliği palavraları sıkılırken de Kral çıplaktı,
Yoksul birinin(!) başkaları tarafından okutulan çocukları birkaç sene içinde Gemi Filosu, Holding ortağı, Başbakan Danışmanı olduğunda da Kral çıplaktı,
Emekçilerin tek dayanakları olan örgütlenme hakları ellerinden alınarak, İşveren ve İktidarlar karşısında dayanaksız, güvencesiz bırakıldığında da Kral çıplaktı,
Bu ülke ve insanları Altı Yüz Milyar dolar borçlandırılırken de Kral çıplaktı,
Ülkemiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince ‘İnsan Haklarını İhlal etmekten’ yüzlerce kez mahkûm edilirken de Kral çıplaktı!
Yıllarca çıplak Krallara avenelik edip gerçeği görmeyenler veya görmek istemeyenlerin günümüzdeki isyanları pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü yarın, çıplak Krallara rampa edip etmeyecekleri belli değil.
Aslında, bu ülkede Kral ve Krallar hep çıplak dolaşıyor. Ülkemizin ve halkımızın aydınlık geleceği için Kralları giydirmek veya giyinik Kralı bulmak görevi, birilerine değil, bu ülkede yaşayan herkese düşüyor.
Önümüzde ilk adım olarak yerel seçimler var. Yerel yöneticilerimizi seçeceğiz ve onlardan hizmet isteyeceğiz. Gelin elbirliği, güç birliği yapalım ve giyinmek istemeyen ‘çıplak Kral veya Krallar’ yerine, bizim kadar aç, bizim kadar tok, bizim kadar giyinik Kral veya Krallar bulalım…
Çok mu şey istiyorum?
DİYARBAKIR SAHNESİ
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Tiyatro kültürü ülkemizde pek gelişmemiş olmasına rağmen, son yıllarda siyaset adamlarımızın oynadığı çok sayıda oyun seyreder olduk. Son seyrettiğimiz oyun Diyarbakır sahnesindeydi. Senarist ve yapımcı her ne kadar ABD ve AB olsa da, baş aktör bizdendi ve bu bize, yıllarca belleğimizden silemeyeceğimiz acı anılar ve hiç de istemediğimiz sonuçlar doğurabilir görüntüdeydi…
Türkiye, Güneydoğu ve Diyarbakır’ı bir şeylere hazırlama toplantısı izlenimi veren, sözde “Barış Mitingi” oyunundaki Protokol ilginçti. Böyle önemli ve Türkiye’nin can damarına basan bir konuda çözüm arayanlar, Devletin ciddiyetini ve samimiyetini gösterip, bu ülke insanlarını inandırmak gibi bir görevleri olduğunu unutmuş görünüyorlar…
İş, ilgililerce o kadar ciddiye alınmış ki(!) Diyarbakır’daki, güya çözüm arayışı gösterisindeki Devlet Protokolü de o kadar ciddi idi(!) Devleti temsil ettiğine inanmak istediğimiz bu tiyatro protokol tribünü, bir Başbakan karısı, bir Bayan Milletvekili, iki etnik temelli türkücü, yabancı bir aşiret ağası, bir ağlama memuru Başbakan yardımcısı ve Yurtdışına kaçmayı kahramanlık sayanları temsilen, Ahmet Kaya’nın hayalî varlığından ibaretti… Protokolde, Türkiye’deki Kürt kökenli yurttaşların anasını ağlatan Feodaliteyi temsilen neden bir Aşiret Ağası, Bir toprak ağası, bir tarikat şeyhinin olmadığını ise, doğru konuşmak gerekirse anlayamadım. Yani çözüm Protokolü bana göre noksan idi(!) Eğer bu ‘Devlet Protokolü’ değilse, Başbakan’ın orada görüştüklerinin T.C. tarafından kabul edilir resmi sıfatları nedir? Görüşmelerden sonra resmi bir protokol imzalanmış mıdır, antlaşmada hangi maddeler vardır? Bu ülke insanlarının herhalde bunları bilme hakkı olsa gerek…
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını hazırlayanlar, konuşma metinlerini daha çok duyguları gıdıklayan doğrultuda hazırlıyorlar. Hakkını yememek lâzım, Tayyip Erdoğan’ın hitabet gücü oldukça yüksek, dolayısıyla bu tür yazılımları kürsülerde iyi pazarlıyor. İyi pazarlıyor da; gerçekler ve amaçlar hep gerilerde kamufle ediliyor, saklı kalıyor…
Tayyip Erdoğan iyi bir lâf pazarlayıcı olsa da, konuşmaları çoğu zaman güç hastalığının etkisiyle kendi içinde çelişiyor, söyledikleri birbirini tutmuyor. Diyarbakır’daki konuşmasında bölgeyi “Kürdistan” olarak tanımlarken, hemen akabinde “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak” sloganını haykırıyor. Bu slogan Türkiye’nin bütünlüğünü betimlerken, Başbakan hangi Kürdistan’dan bahsediyor? Şayet bu topraklar üzerinde Kürdistan var ise, Türkiye’nin sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor? Başbakan, bu sorulara doğru cevapları bulması gereken mevkide olduğunu unutmamalıdır… “Kürdistan” tanımlaması, aynı zamanda bir mülkiyet sahipliğini de içeriyor… O zaman sormak gerekiyor: Başbakan’a göre Kürdistan’ın mülkiyeti kime ait?
Başbakan coştukça çelişiyor, birkaç hafta evvel kesinlikle ‘ adli af yok’ derken, Diyarbakır’daki konuşmasında affın olabileceğinden bahsediyor. Bu lâf Med Cezirinde hangi çıkarların beklendiği de bilinmeyen sır değil…
Görüşmelerden sonra en doğrusunu Ahmet Türk söyledi. “Barzani yabancı bir ülkeye değil, kendi topraklarına geldi” diyerek, gelecek amaçlar için bir ön bilgi vermiş oldu. Türkiye’yi yönetenlerin bu açıklamaya da bir cevapları olması gerek! O saçmalayan dillere cevap verilmeyecekse ve orası Kürdistan’sa, tekrar soralım: tapusunun kime ait olduğunu bilmek hakkımız değil mi?
Diyarbakır’da, seyredenlerin çok büyük çoğunluğunun tüylerini ürperten bir Tiyatro sergilendi. Bu gösterilerle bir şeylerin temeli atıldı. Bu temel atma senaryosunu uzak diyarlarda yazıp yönetenlerin yanında, uygulayanlar ‘yerli ve bölgesel işbirlikçiler mi acaba?’ diye düşünmekten de kendimizi alamıyoruz…
Bu oyun Meddahlık mı, Orta oyunu mu, Tuluat mı, Pandomim mi, komedi mi, Trajedi mi, Drama mı? Bu Ulus, bu oyunun adını koysun ve ona göre bilet alsın!
ŞİKE
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Şike: Kaba ve gizli anlamıyla Sportif zina… Haz almaya değil, iki tarafça çıkar sağlamaya yönelik, değişik bir gangsterlik ve hırsızlık olayı… Liberal Ekonominin felsefesine paralel bir eylem…
Ülkemiz, Sportif alanda iki yıldır yaşanan, biraz siyaset, biraz hegemonya kokan, yeteri kadar ispatlanamamış, kurgu görüntüsü veren bir şike olayıyla çalkalanıyor. Ülkenin en eski ve etkin kulüplerinden biri çaktırılmadan ele geçirilmeye, ele geçirilemezse çökertilmeye çalışılıyor… Ancak beklenmedik toplumsal bir dirençle karşılaşılıyor ve istekler kursaklarda tıkanıp kalıyor…
Ülkemiz yarım asra yakın süren çeşitli terör olayları ile boğuşuyor. Elli Binden fazla insanımızın canına kıyan terör konusunda siyasi organlarımız, Devletimiz ve yöneticilerimiz ne yapıyor?
Basit Siyasi karşıtlıklardan başlayıp, siyasallaşan, etnik ve Dinsel ayrışmaya varan ‘Terör’ün’ yok edilmesi doğrultusunda sarf edildiği söylenen çabalar acaba samimi mi, yoksa bir aldatmaca mı? Geldiğimiz sonuç aldatmaca gibi görünüyor…
Kürt yurttaşların temsilcisi olduğu iddiasında bulunan PKK, BDP ve çeşitli adlar altında örgütlenen Kürt kökenli yurttaşların oluşturduğu kurumların, Milletvekillerinin, bu kurum ve Partilerin yöneticileri sözlerini “Kürt Halkının hakları ve Özgürlüğü” lâfı ile açarken, hiçbirinin ağzından, “ şu bizim bölgemizdeki Feodal yapıyla, toprak ağalığıyla, Şeyhlikle, Aşiret Ağalığı ve bu kurumların baskısıyla mücadele edip, halkımızı özgür kılalım” dediğini duyan olmamıştır. Çünkü siyasetin kaymağına soyunanların tümü bölgedeki Feodal yapının temsilcileridir ve Siyasi ‘Şike’ yaparak Kürt kökenli yurttaşlarımızı aldatmaktadırlar…
AKP Hükümeti ‘Açılım’ adı altında bir çıkışta bulundu. Yurt içi ve Yurt dışı yapılan kimi gizli görüşme ve antlaşmalara paralel yapılan ilk uygulama PKK’nın gövde gösterisine dönüşmüş ve çadır mahkemelerine uzanan bir sürü olumsuzluk yaşanmıştır. Antlaşma gereği verilen ödünler toplum desteği görmeyince ‘Açılım’ açılmadan sona ermiştir. Yapılan gizli görüşmeler sonuçlarının nerelere varacağı, hangi hedeflere yöneldiği toplumca doğrudan gözlemlenmiştir. Şike sonuç vermemiş, kimi şikeciler daha yakından tanınır olmuşlardır…
Silâh korkutmasıyla devam eden açılım ve İmralı süreci, toplumumuzun uzun yıllar aslını öğrenemeyeceği pazarlıklara sahne olmakta, Devlet adeta şeytanla dans etmekte ve ondan medet ummaktadır. Bu pazarlılardan emekçi kesimin değil, Feodalitenin ve siyasi çıkar peşinde koşanların kârlı çıkacağı muhakkaktır. “Analar ağlamasın” dürtüsüyle topluma kabul ettirilen tavizlerin nereye varacağı belli değildir ve alttan alta şikeci davranışlar sergilenmektedir…
Hukuk sistemimiz bir başka âlem. Anayasamıza göre ‘Hukuk Devletiyiz’. Ama Hukuk Devletinde olmaması gereken ve iktidar doğrultusunda çalışan ‘Özel Yetkili Mahkemelerimiz’ var. Bu Hukuk ile İktidarın paslaşmasıdır ve aleni bir şikedir…
Sosyal Hukuk Devleti’nin asli görevlerinden olan, Vatandaşın sağlığını korumak ve eğitimini sağlamak görevi ve mecburiyeti terk edilerek, ‘Hekim seçme, Hastane seçme, Okul ve Öğretmen seçme hakları tanıyoruz’ yavesiyle, bu iki temel hizmetten Devlet çekilmekte, İnsan haklarının reddedilmezlerinden ikisi paraya kurban edilmektedir. Sağlık alanımız, İlâç ve Medikal tekellerinin talepleri doğrultusunda şekillenmekte, sermayenin çıkarlarına hizmet eder duruma gelmektedir. ‘İyi yapıyoruz’ türü uygulamalarla halk uyutulmakta, perde arkasında sürdürülen şike saklanmaktadır…
Sadece bunlar mı şike?
Yılda Elli Milyar Dolar dış borç faizi ödeyen, Dış Ticareti %70 açık veren bir ülkede, yıllık bütçelerin denk bağlanması şikenin ve toplumu aldatmanın daniskasıdır, ağa babasıdır!
Geçmişte şikenin dik âlâsını yaşadık. Kimi çok Demokratlar ve özellikle mürekkep yaladıklarını söyleyenler AKP’ yi Demokrat olarak niteleyerek, yaptığı kimi aksak Anayasa değişikliklerine “Yetmez ama Evet” diyerek açık bir şike uygulamasında bulunmuşlardı. Pişmanlıkları toplumsal affa girer mi bilmem…
İlkesiz, kontrolsüz ve taraflı yapılan sosyal yardımlar,
Özelleştirme adı altında yapılan talanlar,
“Kadın haklarını tanıyoruz” deyip, kadınlarımızın başına çuval geçirmeler,
“Basın haklarını ve özgürlüğünü tanıyoruz” deyip, yandaş basın yaratmalar, Gazetecileri zindanlara doldurmalar,
Her İle Sübyan Mektebi, Mahalle Mektebi gibi, Öğretim Görevlisi, Laboratuarı, hatta dersliği bile olmayan sözde Üniversiteler açarak, gençliğin ihtiyaçları siyasi şikeye alet etmeler, Bilime ve Bilgiye adeta savaş açmalar… Daha neler, neler!
Velhasıl-ı kelam, hayatımız şike uygulamaları içinde boğulmakta, kim haklı, kim haksızı ayırt edememekte, toplumsal haklarımızın ve görevlerimizin gereğini yerine getirememekteyiz. Siyasi, Sosyal ve Ekonomik yaşantımızı kemiren bu hastalığa karşı, kitlesel bir mücadele gerekmektedir. Koca bir Ulus, ufak siyasi ve Ekonomik rüşvetlerle şikeye itilmemelidir…
Toplumsal refah ve toplumsal Barış, ancak toplumsal bir mücadeleyle olur.
HASTALIK KRONİK OLUNCA
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Geçmiş yazımızda, kronikleşmiş toplumsal bir hastalığa dönüşmüş ‘Toplumların Aldatılma ve Aldanma Alışkanlığı’ diye bir başlık kullanmıştık… Alışkanlıklarımız devam ediyor…
Yaşadığımız son on gün içinde, uzun süre tartışacağımız ve hiçbir sonuç çıkmayacağı şimdiden belli olan, Başbakan ve AKP’nin, içeriğindeki gerçeklik ve ağırlığından daha fazla önem ve değer verdikleri‘Demokratikleşme Paketi’(!) açıklandı. Toplumumuz bir kez daha aldatıldı ve tahmin ederim ki, bu aldatılmayı kabul edeceğiz ve millet olarak aldanmaya razı olacağız…
Paket, istisnai kırıntılar dışında, dişe dokunur hiçbir yenilik getirmediği gibi, bazı ayrılıkçı ve bazı gerici grupların taleplerine cevap vermeye çalışıyor. Ülke birliği ve Ulusallık konusunda hiçbir titizlik göstermezken, farklılaşmanın ve ayrışmanın yollarında kılavuzluk ve yol göstericilik yapıyor…
Başbakan günümüz sorunlarını çözmeye çalışıyormuş gibi görünmeye çalışırken, geçmişin bazı doğrularına karşı durmaya ve kimi kazanımlarını da yok etmeye çalışıyor. Şu açık ki; Başbakan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi ve gerçekleştirdiği Devrimleri hazmedebilmiş değil. Eline geçirdiği fırsatlarla onları yok etmeye çalışıyor…
Paket takdim konuşması inkâr, yanlış ve çelişkilerle doluydu. Belli ki, Başbakan yanlış Tarih okumuş, dolayısıyla geçmiş olayları yanlış anlıyor ve yanlış yorumluyor. Bağımsızlık ve Ulusal varlık ve kimliğimizin mimarı Atatürk’ü, yarım yamalak yürütmeye çalıştığımız Demokrasimizin kurucu aktörü İnönü’yü, Sosyal Demokrat Felsefeyi getirmeye çalışan Ecevit’i ve bu ülke siyasetinin kırk yılına damga vurmuş Demirel’i yok sayarak, yalnız Menderes ve Erbakan’a teşekkür ediyor… Siyasi inkârcılığa Kenan Evren’i unutarak devam ediyor. Çünkü Başbakan, bu günkü konumunu en fazla Kenan Evren’e borçludur ve veli nimetidir. Evren’e teşekkür ve minnet duygularını belirtmeyerek vefasızlık yapmamalıydı(!)
Başbakan “Türkiye’nin İstiklâlini, Ufkunu çoğaltıyoruz, milletimizin birliğini pekiştiriyoruz” diyor. Hâlbuki Ülkemizin İstiklâli tehlikede, ülke bölünmeye doğru gidiyor, ufku daralıp kararmış, bütün komşuları ile sorunlu ve kavgalı, Milletimizin birliği lime lime olmuş durumda. Buna rağmen Başbakan danışman yazılımlarını okumaya devam ediyor ve doğru yaptığını zannediyor. Şöyle, ülkenin yaşadıklarına dikkatli gözlerle bakıp, gerçekleri görmeye çalışırsa, bu ülkede, değil o hayalindeki Başkanlığı, Başbakanlığı bile beceremediğini ve hak etmediğini görecektir…
Başbakan, ‘Demokrasi, tek tipçi ve yasakçı zihniyeti rahatsız eder’ diyor. Doğru. Ama bu cümle ile uygulamaları sürekli kavga halinde. .Gazeteciler, sokaklara dökülmüş sendikalar, dernekler, öğrenciler, kimi üreticiler, gaz yiyenler, cop yiyenler, zindanlara doldurulanlar, Erdoğan’ın çoğulcu Demokrasisinden mi (!), yoksa baskılardan mı rahatsızlar. Başbakan Tayyip Erdoğan, kullandığı bu cümleye doğru cevap verebilirse, gönülden bir ‘Aferin’ yollamak borcumuz olsun…
Pakette ‘ Demokratikleşmenin’ adı yok. Kronik hastalıklar depreşmiş görünüyor. İnkârcılık, kişisel haklar adı altında gericilik, tarafçılık, birilerinin taleplerini karşılamayı kabullenme, bağımsızlığı ve Türkiye Cumhuriyetini özümseyememe gibi hastalıklar pakete damgasını vurmuş. Paket, toplumsal yaşamımızda fazla bir ileme sağlamayacağı gibi, kimi ayrıştırıcı ve gerici adımların atılmasını teşvik edici olacaktır...
Başbakan ‘Paket’ takdimini şu cümle ile bitiriyor; ‘Korkaklar Zafer Anıtı dikemezler’. Söz doğru mu, yanlış mı bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki; Kronik siyasi hastalar, bölgede başkalarının yaverliğini yapanlar, zırhlı filolarla, koruma alayları ile dolaşanlar da zafer anıtı dikemezler!
KİTLELERİN ALDATILMA VE ALDANMA ALIŞKANLIĞI
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@Hotmail.com
Aldatmak ve aldanmak, kişilerin ve toplumların yaşamlarının her alanında var. Kimileri bilinçli, çoğunluğu bilinçsiz algılamalarla belirleyici sonuçlar doğuruyor ve toplumların yönlendirilmelerinde kullanılıyor. Aldatanlar çoğu kez hâkim sınıflar ve mensupları olurken, aldananları genelde yoksul sınıflar ve ezilenler oluşturuyor…
Günlük hayatımızdaki kişisel aldatıp, aldanmaları bitarafa bırakarak, sadece iç ve dış siyasi aldanmaları ve aldatmaları tırmıklayarak kaşıyalım ve gerçekleri görmeye çalışıp, tarihimizin uzun yıllarını atlayarak, son Altmış yılımızı irdeleyip, aldatanlara ve aldananlara bakalım:
Çok partili dönemin ilk iktidar değişimi “Yeter söz Milletin!” sloganı ile oldukça şaşaalı olmuşken, gelinen iktidar koltuklarında ne Demokrasi kalmış, ne de halkın söz hakkı. Parlamento bile devre dışı bırakılmış, muhalefetin sesinin kısılması için çeşitli senaryolar üretilmiştir. DP’ nin seçim vaatleri unutulmuş, Demokrasi dışı iştahların yolları döşenerek, halkın Demokratik iradesini kullanarak, iktidarı değiştirme hakkı elinden alınarak kandırılmıştır…
İkinci paylaşım savaşı sonrası kurulan NATO’nun takdimi tam bir kandırmacadır. Komünizm tehlikesi bahanesiyle kurulup, aslında sömürgeci batı sermayesini koruma amacı taşıyan NATO, Türkiye’yi hep ‘Hazır Kıta’ ve ‘İleri Karakol’ olarak görmüştür. NATO’daki ortaklarımız, otuz yıldır uğraştığımız terör konusunda yardımcı olmadığı gibi, terör örgütlerini destekleyici davranışlarda bulunmuşlardır ve hâlâ bu destekleri devam etmektedir. Toplumumuz, NATO ve mensuplarının dostumuz olduğu konusunda aldatılmış ve aldanmıştır…
Ülkemizde periyodik olarak yapılan Askeri darbeler ve Muhtıralar da tam bir aldatmacadır. Askeri darbeler siyasi hayatımızın bir parçası olmuş, “Devletin korunup kollanması” bahane edilerek, roplum uzun yıllar aldatılmıştır… Darbeler genellikle ‘sağ gösterip sol vuran’ sonuçlar doğurmuş, halkımızın geleceğe yönelik filizlerini budamış, toplumun yönü çağın gerisine döndürülerek gerici iktidarların yolu açılmış ve halk bir kez daha aldatılmıştır. Darbeleri ve muhtıraları alkışlayan halkımız, çözümün kendinde olduğunu bir türlü aklına getirmemiş, kandırıldığını bir türlü fark edemeyerek emirlere boyun eğmiştir. Güce ve korkuya boyun eğme neredeyse alışkanlık ve yaşam biçimine dönüşmüştür…
Türkiye’deki iktidar değişimleri de aldatma ve aldanma paradigmaları üstüne oturuyor. Devredenler ‘halkı mutlu, gelişmiş bir ülkeden’ bahsederken, devralanlar mutlaka ‘Enkaz’ devraldıklarını beyan ederler. Her iki tarafın açıklamaları gerçeklerden uzak, sorunları ve gelişmeleri toplumun gözünden kaçırmaya yönelik olup, gelecekte kullanılacak bahanelerin ilk işaretleridir. İki taraflı söylem de aldatmaya yönelik olup, halkımızda bu ikilemi birlikte kabullenmeye ve aldanmaya teşne bir davranış göstermektedir…
Siyasette başarı delillerinin reddedilmezi, halkla kitlesel temas olan meydan mitingleri ve geniş salon toplantılarıdır. O salon ve meydan kürsülerinde Aslan kükremelerini andıran ses tonuyla halka kabul ettirilmeye uğraşılan asılsız vaatler, seçim zamanlarının sandıktan önce konulan noktalardan biridir. Heyecan yüklenmiş, bu yalan yanlış vaat kükremelerine koşulsuz inanıp, aslını sorgulamadan alkış tutanlar, her türlü faturayı ödemeye hazır hale gelmişlerdir. Kurnazca yapılan aldatma işi de, kabullenilmiş aldanma işi de gönüllülük esasına dayandırılır ve günahlardan, suçlamalardan vareste tutularak legalleştirilir…
Bu ülkenin halkı, kimileri tarafından Terör konusunda aldatıldı, Ekonomik konularda, Demokrasi konusunda, İnanç konusunda, İnsan hakları konusunda ve toplumsal yaşamın her alanında aldatıldı ve aldandı. Dış Politika, BOP, Irak, Arap Baharı, Libya, Mısır, Suriye ve AB konusunda aldatıldı ve aldandı…
Aldatma ve aldatılma egemen sınıfa ayrıcalık getirirken, geniş yığınların yaşam alanlarını kısıtlıyor, karartıyor. Bu tür uygulamaların devamlılık kazanması giderek kanıksanıyor ve toplumsal yaşam biçimine dönüşüyor…
Yıllardır bu ortama alıştırılmaya çalışılan halk, her şeye rağmen, yaşantısının gerçeklerini söze dönüştürüyor ve diyor ki; “Alçak Eşeğe binen çok olur”. Olumsuzluğu böyle dillendiren biz, Ulus olarak bu haksızlıkları kabul edip, bile bile kabullenip boyun eğersek, daha çook beyefendi(!) sırtımıza biner!
Aldatılmaya alıştığımız için, anlayamadığımız en önemli şey, yaşamın ellerimizde, avuçlarımızda olduğudur… Ulus olmanın temel şartlarından biri, kendine güvendir!
TARİH HEP DOĞRU MU YAZAR
Ab.aydinn42@hotmail.com
İnsanlığın binlerce yıllık geçmişini, sosyal, siyasal, ekonomik ve evrimsel değişimini, Tarihi belgelerden ve kitaplardan okuyup öğrenmeye çalışıyoruz. Okuduklarımızın, öğrendiklerimizin doğruluğu konusunda kimi şüpheleri taşısak da, tümden reddetme veya yerine gerçeği koyma gibi bir beceriyi gösterme şansımız yok…
Tarih kitapları karşı tezlerin tartışılması veya sentezi ile yazılmıyor. Tüm Tarih kitapları tek yönlü ve karşı tarafı suçlayıcı, kendi tarafını övücü metinlerle doludur. Ancak, Tarihi her toplum “biz” olarak değerlendirdiğinden, yazılanlara inanmak gibi zımni bir mahkûmiyetimiz de var. Bu mahkûmiyet, çağ öncesi tanıksızlığına dayanıyor…
Günümüzde, Tarihin nispeten daha objektif ve daha gerçekçi yazılıp, öğretilmesi, iletişim çağı olanaklarıyla mümkündür. Tarihi olaylar kimi güçler tarafından çıkar endişesiyle çarpıtılmaya çalışılsa da, yaşanan gelişmelere yeterince ve çok yönlü tanık ve belge sunulabilecektir. Buna rağmen aynı olay değişik kişi ve bölgelerde farklı yazılsa da, Tarih yazılımının daha doğru ve gerçeklere dayanacağı muhakkaktır… Zamanımızda Tarih, egemen güçlerin emrindeki Vakanüvislerin not ve övgülerini değil, çeşitli tanıklığa ve belgeye dayanan gerçekleri yansıtacak ve gelecek nesiller daha doğru bilgiler edinebileceklerdir…
Tarih her gün yazılıyor; doğrusu, yanlışı ve yalanlarıyla… En çok bilgiye sahip olmamıza rağmen, yirminci yüzyıl tarihini bile kıyısından köşesinden tanıyabiliyoruz. Şurasından burasından kırpılıp eklense de, kimilerinin dünya görüş ve hedeflerini yansıtsa da, tanıklık ettiğimiz veya kimilerimizin katkıda bulunduğu yüzyılın defteri, kimi sayfaları açık kalmak üzere kapandı ve insanlık bir adım öteye atladı… İnsanlık, Yirmi birinci yüz yılın hikâyesini oynayıp yazmaya başladı…
Tarih yazılmaya devam ediyor. Biz yaşayanlar, olayların kimine tanıklık ettiğimiz, bir kısmı hakkında doğrudan bilgi sahibi olduğumuz için, yazılan tarihin bazı sayfalarına inanmayacağız. Ancak, gelecek nesiller günümüz tarihinin doğru yazılıp doğru okunmasında bizim kadar şanslı olamayacaklar; çünkü yalan, yanlış ve doğruları zamanımızın istekleri doğrultusunda okuyup değerlendirmek zorunda kalacaklar…
Ülke tarihleri karşılaştırmalı yazılmıyor. Tarih yazılımının, bilimsel gerçeklere, İnsan haklarına ve Hukuka uygun olup olmaması da engel teşkil etmiyor. Her ülke tarihine şoven duygular hâkimdir. Tarih kitaplarında, her ülkenin veya egemen güçlerin başarıları, üstünlükleri sayfaları süsler. Zayıflıklar, yenilgiler sayfalarda pek yer tutmazlar… Attığımız bir yumruğu sayfalarca yazarız da, yediğimiz onlarca yumruğu bir satırla geçiştiririz…
Tarih yapım ve yazılımı devam ediyor. Gördüklerimiz, duyduklarımız, yaşadıklarımız kimine göre doğru, kimine göre yanlış.
ABD Irak’a nükleer silah bahanesiyle saldırıyor ve bu ülkeye Demokrasi (!) götüreceğini söylüyor. Sonuç: Bir milyon ölü, bölünmüş ve terörün kucağına bırakılmış, zenginlikleri talan edilmiş bir Irak kalıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Irak tarih yazıyor. Doğrusu hangisi acaba?
Emperyalizm, Kuzey Afrika’nın Müslüman Arap ülkelerinde kulakları aldatan bir isimle “Arap Baharı” adı altında, terör üreten siyasi bir kalkışmayı başlatarak halkları birbirine kırdırıyor. Libya’nın zenginlikleri paylaşılıyor, sömürgecilere bende olmuş kukla yönetimler işbaşına getiriliyor. Devlet yöneticileri linç ediliyor, binlerce insan ölüyor ve o ülkelere de Demokrasi(!) geliyor! Libya, Tunus, Cezayir Tarih yazıyor, saldırganlar, işgalciler, sömürgeci batılılar da tarih yazıyor. Olayların aslını öğrenmek için kimin yazdığını okursak okuyalım, aklımızda hep şüpheler kalacak…
Mısır’da Mübarek diktatördü, seçtirilip darbe ile devrilen Mursi gericiydi, Darbe lideri Sisi neci? Demokrat mı? Ya ölen o kadar insanın hiç değeri yok mu? Yoksullaşan Mısır halkı Tarihi nasıl yazacak? Darbeciler, Mısır’ın zenginliklerine göz koyan batılı Emperyalistler Tarihi nasıl yazacaklar? Dünya insanlığı hangi tarihi okuyup, hangisine inanacak?
Suriye’de Demokrasi yok diyor birileri. Oraya mutlaka Demokrasi götürmek gerek! Ne yapmalı? Hemen kalemşörler yalan senaryolar döşenmeli, halk dinsel ve etnik kışkırtmalarla birbirini boğazlar hale getirilmeli. Beşar Esad diktatörlükle, halkını katletmekle suçlanmalı. İki sene evvel birbirlerinin ağzına bal çalanlar düşman edilmeli. Suriye bölünüp parçalanmalı ve Demokrasi(!) getirilmeli. Eee… Ölen, sakat kalan, evini yurdunu terk edenler ne olacak? Ne yapalım, onların kaderi öyleymiş(!) Allah nasiplerini öyle yazmış(!) Yeter ki bize bir parsel daha açılsın, Suriye halkı da Demokrasiden(!) nasibini alsın denecek. Tarihi Esad’da yazacak, İhvan’da yazacak, ÖSO’da yazacak, sömürgeci fitnelerde yazacak. İstediğine inanıp, istediğini beğenme şansın var. Nasıl olsa Suriye özgür ve Demokrat olacak!
Ülkemiz tarihi de birbirine zıt yazılımlarla doludur. Bin yıllık Anadolu serüvenimizin çeşitli evreleri, siyasi anlayış veya sosyal konumlara göre kritik edilmiş ve farklı görüş ve anlamlarla kitlelere sunulmuştur. Uzun yıllar Avrupalılar bizi ‘Türk’ olarak tanımlarken, biz kendimizi ‘Osmanlı’ olarak isimlendirmeyi tercih etmişiz…
Cumhuriyet dönemindeki yaşadıklarımız da tarihe farklı anlatımlarla geçmiştir. Ulusal Kurtuluş savaşı bile farklı gözlüklerle tanımlanmakta olup, kimine göre ‘Özgür ve bağımsız bir Ulus’ yaratılırken, kimine göre ise Osmanlıyı yok etmekle ‘Ümmeti Muhammed’in’ önü kesilmiştir… Kimimize göre ‘Devrimler’ dönemidir ki, gerçeği de budur…
Çok Partili dönemimizin yazılımı ve değerlendirilmesi de tartışmalıdır. Kimimize göre ‘Demokratikleşme’ dönemi, kimimize göre ‘Darbeler Dönemi’, Kimimize göre ise ’Dinsizlik’ dönemidir. Toplumumuzda, kimilerimiz ülkenin geleceği bakımından onlarca, yüzlerce yıl sonraki gelişmeleri hayal ederken, kimilerimizin gözü-kulağı hâlâ Ortaçağa takılı kalmış durumdadır ve Tarihin bu anlayışla yazılımı için uğraşmaktadır…
Son yıllardaki kimi yargılamalar da tarihimize farklı dillerle ve farklı görüşlerle yazılacaktır. Dün kahramanımız olanları, yarınki tarih okuyucularının kimileri, ‘Ulusal İrade’ gaspçıları olarak okuyup değerlendirirken, kimilerimizde tarihin en büyük hukuk yanlışı olarak okuyup değerlendirecektir…
Şu soru güncelliğini koruyacak ve dilimizden düşmeyecek: ‘Tarih hep doğru mu yazar?’ Hayır! Tarh bazen doğru yazar! Çoğu zaman egemenlerin isteğini yazar. Toplumlara da, yazılanların tümü doğruymuş gibi ezberletilir. Ve herkes ezberletilen yalan-yanlış tarihle övünür ve kendine pay çıkarır. Öyleyse Tarih nedir? Ve Tarih; karşılıklı doğru ve yalanların sentezidir
YANLIŞ OYUN YANLIŞ AKTÖR
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn@hotmail.com
Bölgemizde oynanan Uluslararası oyunun sonu görünür gibi oldu. İki Yüz yıla yakın süredir sahneye konmak istenen oyuna, uygun ortamı, senaryoyu ve aktörleri bulamayan güçler, nihayet aradıklarını buldular ve oyunu sahnelemeye başladılar… Sömürgeciliğin “böl yönet” taktiği, tarih sahnesindeki rolünü rahat oynar duruma geldi
Türkiye’nin, Dünya ve Ortadoğu oyunundaki yazılımları yanlış ve bunu sahneleyecek yönetmenleri ve aktörleri, ne yazık ki, bu oyunun amaçlarını ve hedeflerini kavrayamamış, yanlış ortaklıklara ve yapay dostluklara bel bağlamışlardır. Yapay dostlukların sonu hep hüsran olmuş ve faturayı oyunun oyuncuları değil, seyirci konumundaki halk ödemiştir ve halen ödemeye devam etmektedir…
Türkiye’nin, evrensel oyun içindeki rol seçiminin yanlışlığı NATO üyeliği ile başlamıştır. Emperyal bir koruma mekanizması olarak kurulan NATO, Türkiye’ye hiçbir zaman ittifakın korunacak ve yardım edilecek bir üyesi olarak bakmamıştır. Yirminci yüz yılın ikinci yarısındaki Dünya siyasi ve Askeri kutuplaşması ve soğuk savaş döneminde ön cephe, ileri karakol ve muharip güç olarak görevli kılınmış, karar mekanizmasında yetkisizleştirilerek emir altına alınmıştır. Ucuz asker deposu olarak değerlendirilen Türkiye, otuz yıldır yaşadığı ayrılıkçı terör konusunda yalnız bırakılmış, hatta NATO üyesi ülkeler tarafından terör örgütü kurumsal olarak desteklenmiş, Türkiye’nin hareket olanakları siyasi ve Askeri açıdan engellenmiştir.
Özellikle, ABD ile yapılan ve halen Türkiye insanının içeriğini bilemediği “ikili antlaşmalar” Türkiye’nin bağımsızlığının sonu ve bağımlılığının mührü olmuştur. Türkiye, çoğu kez bu antlaşmalar yüzünden azarlanmış, itilip kakılmış, iç ulusal konularında bile engellenmiştir. Terörle mücadelede sınır ötesi hareketin engellenmesi, Irak’ın kuzeyinde görevli askerlerimizin başına çuval geçirilmesi bağımlılığımızın göstergesidir. Bu hareketler karşısında sessiz kalışımız, geçmişte imzaladığımız ve içeriği gizli tutulan ikili antlaşmalara dayanır. Ulusallığı, Bağımsızlığı kavrayamamış yöneticilerin ülkedeki hâkimiyetleri de, egemenler için bir başka dayanak noktasıdır…
ABD elçisi Ricciardone masum bir turist gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde tur atıyor, halkla ve bölgesel yetkililerle görüşmeler yapıyor. Davranışları iyi niyet görüntüsü vermezken, sömürge Valisi gibi davranıyor, kendilerini ilgilendirmeyen birçok şeye burnunu sokuyor. Bu ülke yetkili ve yöneticilerinden biri de çıkıp “hey, hemşerim, sen oralarda ne arıyorsun?” demiyor. Bağımlılık böyle bir şey olsa gerek!
Hürriyet Gazetesinden Tolga Tanış, Amerikan İlerleme Merkezi (CAP) adlı düşünce kuruluşunun yetkilisi Michael VERZ ile yaptığı röportajda sorulan bir soruya şu yanıtı alıyor: “Bazen şaşırıyorum. Türkiye’ye karşı yürütülen komplo teorileri konusunda harcanan enerji beni korkutuyor… AKP hükümetinin komploların dolaşıma sokulmasına olanak sağlayan bir atmosfere izin verdiği de çok net. Uluslar arası şirketlerin üstlendiği fesat rol… Bu Türk hükümetine olan güvenin altını oyuyor.” (Aydınlık Gazetesinden) Bu, çok ayaklı bir oyunun ifadesidir…
Her seferinde %50 yi işaret eden ülke Başbakanı Tayyip Erdoğan, kalabalıklar karşısına konan yüksek platformda övünerek kükrüyor: “Biz, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) eş başkanıyız. Yüksek yerlerden yapılan bu görevlendirme bizimkinin koltuklarını kabartmış olmalı ki; önünü ardını anlamadan övünerek halka yansıtıyor ve ne yazık ki halkımızda bunu alkışlıyor. Bu alkışların, yanlış imzalara, yanlış taahhütlere itici güç olduğunu anlamayan siyasetçiler de her şeye sahip olduklarını zannediyor…
Türkiye, Siyaset oyununu yanlış aktörler eliyle yanlış oynuyor. Ülkemiz çok partili dönemin en uzun kesintisiz iktidar dönemini yaşıyor. İktidar, Cumhuriyet ve Devrimlerle kavga ediyor. İstikrar adına Türkiye’nin altının oyulduğu saklanıyor, oynanan oyun karartılıyor. Türkiye, Uluslararası bir masada bölünme, ya da kanlı bir iç savaşa gebe görünüyor… Siyasetçilerimiz ise hâlâ sandalye peşinde koşuyorlar!
Gezi Parkı olaylarını değerlendirirken Başbakan Tayyip Erdoğan bütün ulusa şu soruyu soruyor: “Ayaklar ne zamandan beri baş oldu?” Bu sorunun cevabını en iyi Başbakan biliyor ama söylemiyor. Bari biz söyleyelim: Ulusal Kurtuluş Mücadelesini, Devrimleri, Demokrasiyi, Özgürlüğü, Hukuku, İnsan Haklarını benimsemeyen, bu topraklar üzerine oynanan oyunları kavrayamayan yanlış aktörler iş başına geldiğinden beri “ayaklar baş oldu”!
Kaderimiz mi, aptallığımız mı, korkaklığımız mı? Cevabını baş olan ayaklar ve yanlış oynayan yanlış aktörler versin!
SANDIKDAKİ DEMOKRASİ VE VENSERAMOS
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
“Sandıkla gelen, sandıkla gider!”
Elbette! Şimendiferle, dolmuşla gidecek değil ya!
Nereden nereye bu yolculuk? Bu ülkede mi?
Hayır, hayır canım kardeşim, bizde değil!
Nerde o zaman?
Demokrasilerde, Demokratik ülkelerde, Hukukun halk adına işlediği toplumlarda!
Bizde, Demokrasi, Hukuk yok mu?
Var(!) Var diyorlar, ama seçim günü sandıkta kitli kalmış!
Sandığın Demokrasisi, Hukuku nerde?
Görmedim, duymadım, bilmiyorum!
Polisimiz, Gezi Parkı direnişinde yeteri kadar kan akıttıkları, can aldıkları, göz çıkarttıkları, cop salladıkları, Gaz bombardımanını başarıyla yürüttükleri, genç-yaşlı, kadın-erkek ayrımı gözetmeksizin yerlerde sürükledikleri, boğazlarını sıktıkları, iyi bir futbol takımından daha çok tekme salladıkları için, başta Başbakan olmak üzere, yönetenlerimizce taltif edildiler, tebrik edildiler… Hak etmişler demek ki(!)
Bu ülkede Hukuk var mı? Hukuk adamı var mı?
Var diyorlar(!) Peki, neden işkencelere mani olmuyorlar, işkencecileri ve emir verenleri cezalandırmıyorlar?
Görmediler… Duymadılar…
Öyle ufak tefek işlerle uğraşmıyorlar; onların daha büyük işleri, tevdi edilmiş görevleri var!
Ülkeler böyle yönetilince, haykırıyor Şili ve Güney Amerika halkları Faşist Diktatörlere karşı:
Venseremos, venseremos!
Kıralım zincirlerimizi!
Venseremos, Venseremos!
Zulme ve yoksulluğa paydos!
Ve haykırıyor Türkiye’de meydanlar:
Venseremos, Venseramos!
Kıralım zincirlerimizi!
AKP ve Tayyip Erdoğan, tutuldukları güç hastalığının şaşkınlığı ve kanunsuzluğu içindeler. Bu gücü halk yararına kullanmak yerine, iktidarlarını pekiştirmek, karşıt düşünceleri ve örgütlenmeleri yok etmek için kullanıyorlar. Meydanlardan yükselen ‘Venseramos’ haykırışlarının nedeni iktidarın uyguladığı taraflı, baskıcı ve antidemokratik uygulamalarıdır…
Dile getirilen %50 tehdidi, aklı başında hiçbir lider ve siyasetçi tarafından telaffuz dahi edilmez. Bu tür açıklamalar, bazı çevrelerin geri dönülmez biçimde gemileri yaktıklarının işaretidir ve bu davranış sonun başladığını gösterir.
Başbakan’ın %50 sopası çürüktür. Demokrasi sadece sandık sonucu değildir. Sonuçlar, Hukuk zemininde hizmete sunulmuyorsa, Demokratik hiçbir ifadesi yoktur. Sandığa kilitlenmiş bir demokrasi, günümüz insanının ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği gibi, toplumun da böyle bir talebi yoktur…
İktidar, sandıkta kazandığını, halkın tümünün hizmetine sunmak zorundadır. Ülke, taraflı bir anlayışla yönetilmemelidir. Meydanlar haykırmaya başlamışsa, iktidarlar için zor dönem başlamış demektir. İktidarlar tepkileri doğru algılarsa, yanlışlardan arınma terapisi olarak yararlanabilir…
Bilinmeli ki; Venseramos ‘kazanacağız’ diye bir araya gelenler, lâf olsun diye haykırmıyorlar, boşuna direnmiyorlar!
GELİŞMEMİŞLİĞİN ÇATLAK DEMOKRASİSİ
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
‘Demokrasi’ deyince akan sular duruyor; tarif edilemez kusursuzlukta ve her yanından güzellikler akan bir ahu canlanıyor gözlerde… Herkes Sağlıklı, tok, işi gücü olan, aç ve açıkta kimsenin kalmadığı bir ülkede yaşadığınızı zannediyorsunuz ve hayalleriniz renklenmeye başlıyor hazdan, sevgiden… Koluna girmek, koynunda uyumak geçiyor içinizden… Ancak, yaşayan ve denenen rejimlerin en ideali olmasına rağmen, insanların gözünü boyayan pek çok numaraya da sahip bir rejimdir Demokrasi…
Aslında, yönetenler için en zor siyasi sistem Demokrasilerdir. Çünkü bireyselleşmiş, bireyselliğini kitleselliğe dönüştürme becerisini kazanmış, ‘Temel İnsan Hakları’ konusunda bilince erişmiş, haksızlıklara karşı direnebilen, ülke yaşamını hukuk temelinde arayan yurttaşlardır yöneticinin karşısındaki… Demokrasilerde emir esas değildir, emirle demiri asla kestiremezsiniz...
Demokrasilerin en büyük engeli, yönetilenler değil, daha çok yönetenlerdir. Demokrasilerde yönetenlerin bir kısmı seçilerek geldiğinden, ikna (aslında kandırmaca) yöntemi belirleyici olmaktadır. Şayet sizi ikna eden veya kandıran kişi veya kurumlar, Demokrasiyi yeterince özümseyip, içlerine sindirememişlerse, işte o zaman ‘yandı gülüm keten helva’. Feleğin şaşar, nereden yola çıkıp, nereye gideceğini şaşırırsın! Yaşadığımız bu güzel ülkede olduğu gibi! Taksim Parkında başlayıp yurdun büyük bir bölümüne yayılan tepkiler, karşı duruşlar ve söylemler, Türkiye’ deki rejimin ne olup olmadığını sorgulamaya açarken, ülkemizin büyük oranda saygınlık kaybına neden olmuştur. Kabadayılık taslayarak, bir şeyler yaptığını zanneden AKP Hükümeti ve Tayyip Erdoğan, gerçek yüzüyle ortaya çıkmış, oy deposu olarak görülen çaresiz kalabalıklar kandırıldıklarının bir kısmına şahit olmuşlardır (aldatılmışlıklarından pişmanlık duyarlar mı bilmem)…
Sosyal olayların genel karakteri olan başlangıçla sonun farklılığı, Gezi Parkı-Taksim olaylarında da görülmüş, 5 yurttaş hayatını kaybederken, 11 yurttaş da Polis müdahalesi sonucu gözünü kaybetmiş, binlerce kişi de yaralanmıştır. Tutuklamaları söylemeye gerek kalmıyor; çünkü tutuklama ülkemizde herkes için rutin bir uygulamaya dönüşmüştür… AKP iktidarının ‘güç bende’ inadı yüzünden olaylar siyasallaşmış ve karşı duruşlar iktidarı hedef almıştır…
Başbakan, Polis saldırılarını ‘Polis’in Demokratik tavrı’ olarak nitelerken, İnsan hakları ve Demokrasi anlayışından ne kadar uzak olduğunu da göstermiş oldu. Siyasi rakiplerini yaralamak, yok etmek için her türlü olumsuz olayı karşı tarafın üstüne atmakta, kendine ve partisine tuzak kuran gizli güçler olduğunu ima etmekte, ama bu güçleri bir türlü açıklamamaktadır… Milli irade vurgusunu sık sık tekrarlarken, karşısındakilerin de Mili İradenin diğer parçası olduğunu unutmakta veya kabul etmemektedir…
Demokrasilerde, kişisel ve toplumsal hakların kullanımı maharet isteyen bir iştir. Etrafınızı çeviren kurallara uymak sistemin alt şartıdır. Kurallara karşı durmak her yurttaşın doğal hakkı iken, kurallara uymak da mecburidir. Karşı durabilirsiniz, ama kırıp dökmek, ulusal ve kişisel değerleri tahrip etmek, hiçbir sistemin tanıyacağı bir hak değildir. Hak talep ederken, hakları ve varlıkları yok etmek Demokrasinin hiçbir yerinde yazılı değildir ve asla haklı görülemez…
Taksim Gezi Parkında başlayıp, yurdun diğer yerlerine de yayılan olaylar, artısıyla eksisiyle kitlesel bir etkileşime neden oldu ve toplumun geleceği için umut tohumları ekti, karanlık yollara ışık tuttu. Olaylar kimilerinin hayallerini gölgelemiş olsa da, Yarasalar biraz ürkmüş olsa da, hükümranlık ve hükümdarlık peşinde koşanlar epey düşünmek, doğru ölçüp biçmek zorunda kalacaklar…
Yaşadıklarımız normal bir yaşam ve yönetim düzeyinin göstergeleri değil. Adıyla benzeşmeyen bir sistem ve yönetimin yansımalarıdır… İyi niyetli birtakım çabalara rağmen, Demokrasimiz kimi zaman istenmeyen sallantılar geçiriyor. Zaman zaman Askeri kalkışmalara, çoğu zaman da İktidardakilerin hırslarına kurban gidiyor. Çok yönlü darbeler, Demokrasimizde hava kaçağına! su kaçağına! neden oluyor…
Çatlak testi su tutmayacağı gibi, çatlak Demokrasi de hak, hukuk, özgürlük, eşitlik tutmaz. Özgürlüklerimiz, hukukumuz, insani haklarımız Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığından, Başkanlık hayallerinden, AKP’nin iktidar sevdasından daha değerlidir. Bu ülke hepimizin; Demokrasi, İnsan hakları, Hukuk ve özgürlük yolunda atılacak her adım Ulusça mutluluğumuz olacaktır. İktidara düşen görev; ülkenin her alanına mayın döşemek değil, bu yoldaki tüm engelleri kaldırmak, yarım yamalak Demokrasimizde yeni çatlaklara meydan vermemek olmalıdır!
KABAK TADI
ABDULLAH AYDIN
Ab.aydinn42@hotmail.com
Siz, hiç on dört saat aralıksız çalışıp da, ‘Kabak Aşı’ ile karnınızı doyurmaya çalıştığınız oldu mu? Olmuştur elbet… Lezzeti ve lezzetsizliği orada tatmışsınızdır hiç şüphesiz.
Yemeye başlarken iştahla kaşıklarsınız, ama karnınız biraz doyar gibi oldu mu, iştahla kaşık salladığınız o yemek tatsızlaşmaya, ağzınızda çoğalmaya başlar…
Türkiye’de iktidarlar Kabak aşına benziyor. Başlangıçları oldukça iddialı, heyecanlı, iştah açıcı ve sevecenler, ama yıllar geçtikçe bu özelliklerinden uzaklaşıyor, heyecanları sönüyor, ekşiyor, kokuyor ve nobranlaşıyor; aynen AKP iktidarında olduğu gibi…
AKP iktidarı tadı kaçmış kabak aşına döndü. Toplumun büyük bölümünde mide bulantısına neden olacak kadar bozulmuş durumda. Başbakan olan kişi, kendisine, Hükümetine ve Partisine karşı olan her türlü muhalefeti şiddetle sindirmeye, yok etmeye çalışıyor. Muhalefet yokluğundan dem vuran Başbakan, rüzgârın yüzüne vurmasına, arının vızıltısına bile muhalefet diye sinirleniyor…
Hükümetin ranta dayalı Projelerine karşı, halkın haklı olarak tepki verdiği Taksim direnişine karşı verdikleri uyguladıkları polisiye tedbirler, Başbakan’ın, AKP Hükümetinin saldırganlığı ve hazımsızlıkları, Demokrasi anlayışlarının ne kadar kıt ve söylemlerinin kökten asılsız olduğunu gösterdi.
Taksim olayları neden bu kadar genişledi? Tayyip Erdoğan ve AKP bu sorunun cevabını bulmak zorundadır. Aslında AKP diye bir parti yok. Başkanı ve yönetim yetkililerinin ısrarla ‘ideolojik’ olmaktan kaçınmaları, Demokratik örgütsel bir felsefelerinin olmadığını gösterir. AKP, güçlü gördükleri birinin etrafında yığınlaşmış bir kalabalık olarak nitelenebilir. Her konuda son sözü söyleyen, imzayı atan bir kişi olduğuna, gerideki milyonlarca kişinin düşünce, söz ve önerilerinin hiçbir anlam taşımadığına göre, AKP, Demokrasinin organı olabilecek bir Parti değil, kişi boyunduruğuna girmiş yığınsal bir kalabalıktır; kadroları menfaat birliği içindedir. İtaat esasına dayalı bu yığılmada, tek kişi söz sahibi olduğuna göre, Tayyip Erdoğan’ın konumu da Diktatörlüktür…
Diktatörler yalnız değildir. Etraflarında diktatörleşmiş kadrolar vardır. Bu kadrolar en az diktatörler kadar zalimdir, baskıcıdırlar. Demokratik kadrolar halkına hakaret etmez, edemez. Ama Tayyip Erdoğan ve AKP hükümeti mensupları, kendilerine muhalif olacak herkese rahatlıkla hakaret edebiliyor, karalayıcı ithamlarda bulunabiliyorlar. Bu duruma düşmek, aynı zamanda tükenişin, bitişin uç emareleridir. Toplum, baskıyla, tehditle, korkutmakla ebediyen yönlendirip yönetilemez…
Bu ülkenin insanı, birileri tarafından baskı altına alınsa da, bu baskıların mensuplarına el kaldırıp teslim olmamıştır. 1960 darbesi öncesi, zamanın Cumhurbaşkanına, gelişen olayların önlenmesi için ne yapılması gerektiği sorulduğunda: “Tenkil, tenkil” diye cevap vermiştir. Tenkille olayların önü alınabilmiş mi? Hayır! Sonuç: Askeri müdahale ile Hükümetin ilgası. Tayyip Erdoğan ve AKP Hükümeti tenkil yoluyla halkı sindireceğini umuyorsa, tarihi doğru okuyamıyorlar demektir…
AKP Hükümeti Türkiye’yi yanlı ve yanlış uygulamalarla, iç yönetim ve dış politikadaki yanlış yöntemlerle zorlamaya ve açık düşürmeye başladı. İç ve dışta yapılan yanlışlar belki bir süre absorbe edilebilir. Ancak yanlışlar süreklilik kazanıp kalıcı politikaya dönüşürse, hem yönetim bazında hem de halkın yaşantısında rahatsızlıklara neden olacağından, karşı çıkışlara ve tepkilere neden olabilir; Taksim’deki toplumsal tepki ve yurda yayılmasının nedeni de budur.
Sokaklardan ‘Hükümet istifa’ sesleri yükselmeye başladı. Bu sesleniş hafife alınmamalıdır. Bu seslenişin anlamı, ’Ben artık Kabak aşı yemek istemiyorum’ demektir. AKP ve Tayyip Erdoğan halka ‘Ben çoğunluğun oyunu aldım, söz benimdir, illâki Kabak aşı yiyeceksiniz’ derse, kabağın başında patlaması kaçınılmazdır. Tarih, toplumla ters düşenlerin hakkında iyi şeyler söylemiyor. İstenmeden yedirilen tatsız kabak aşının tepkisi, kabağı da, kabak aşı yedirmeye uğraşan kafaları da patlattığını yazıyor…
YAKINDA ZENGİN OLACAĞIM
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@Hotmail.com
Eureka! Eureka!
Neymiş o?
Buldum! Buldum!
Neyi buldun?
Zengin olmanın yolunu buldum…
Nasıl oluyor bu iş?
Ben, öyle hamamda su tasını batırmaya çalışan Arşimet gibi oynamıyorum. Yok, efendim suyun kaldırma gücüymüş, yok cisimlerin hacimlerinin etkisiymiş gibi ıvır zıvır işlerle uğraşmıyorum.
Ben, yetmiş sene sonra zengin olmanın yolunu buldum.
Şimdi siz söyleyin; benim buluşum mu önemli, yoksa Arşimet’inki mi?
Yetmiş senedir seyrettiğim bu oyunun sırlarını çözdüm ve zengin olmanın yolu önüme açıldı.
‘O sırları nasıl çözdün’ diye sormuyorsun, ama ben yine de anlatayım.
Kestirmeden zengin olmanın iki ana yolu varmış. Öncelikle, halkı soyup soğana çevirip söğüşleyeceksin, kıçındaki donu da alacaksın, ikinci yol ise, iktidara yaslanıp devletle iş yaparak, resmi dolandırıcılık ve soygunculuk yapacaksın…
Anladın mı şimdi nasıl zengin olunacağını!
Son yıllarda Devletimizin çok fazla Biber gazı sarfiyatı var. Dışarıdan kilosunu 125 liraya ithal ediyorlarmış. Düşündüm ki, dışarı çok fazla döviz gidiyor, neden bu dövizler bizde kalmasın dedim ve Biber gazı Fabrikası kurmaya karar verdim. Zaten halkımız da bu Biber Gazı kürlerine iyice alıştı. Bir süre sonra ‘daha yok mu?’ ‘Bana da bana da’ diye talebi artırabilir. Yani müşteri aramaya gerek yok. Hak, Hukuk, eşitlik, insani ihtiyaçlar talep eden, muhalif olan herkes potansiyel müşteri demektir. Biber gazına alışan halkı gelecekte ne ile engelleyecek yüce makamlar? İşi kökünden halletmek için, daha keskin olan Sarin gazı kullanmak zorunda kalacaklarından, fabrikamda Sarin gazı üretimine de imkân vereceğim.
Devleti yöneten insanlar akıllıdır ve ülkelerini de, halklarını da çok severler! Ben, yerli gazı üretince dışarıdan alacak değiller ya. Böylece, epeyce dövizimizde ellere gitmemiş olacak. Ayrıca, yurttaşlarımız da, gâvur gazı ile değil, helal yerli gazla zehirleneceklerinden, günaha girmemiş olurlar! Tüplerin içine biraz da havagazı kattım mı epey ucuza mal olacak, ihaleler hep bende kalacak; ondan sonra da çil çil mangizler dolsun benim kasalara! Gemiyi biraz da sağ yana yatırdım mı; gel keyfim gel!
Benim zengin olmam bitarafa da, bu millet sokaklara dökülüp ne diye çığrışıyor, çadır kurup, geceleri parklarda yatıyor, polis araçlarının altında ezilmeyi göze alıyor? Yaşlı insanlar bile gece yarıları boş tencerelerle yürüyüp, bazı olumsuzlukları dile getirerek bağrışıyorlar. Şenlik olsun, Spor olsun diye mi? İşte, siyasetin körlüğü, sağırlığı, dilsizliği akıl tutulması ve basiretsizliği burada başlıyor…
AKP ve Tayyip Erdoğan güç sarhoşluğu içinde, iç saldırganlığını arttırıyor. Başbakan ve yakın etrafındakiler, çok tahrik edici, karalayıcı, ayrıştırıcı, cepheleştirici kirli bir dil kullanıyorlar. Devlet yönetenlerin hiç kullanmayacağı ”biz ve onlar” terminolojisi üzerinden topluma bakıyorlar. Aslında, bu söylem ve davranış biçimi, sonun yaklaştığı işaret ve izlenimini veriyor…
AKP ve Tayyip Erdoğan’ın Demokrasi anlayışlarını, irdelenmesi, tahlil edilmesi gereken bir anlayış olarak algılıyorum. Demokrasi, sadece taraftar memnuniyeti ve bizim oğlan çıkarı değildir. Demokrasiyi anlayıp özümsemiş liderler, halkın bilerek veya bilmeyerek verdiği gücü, korkutmak, sindirmek, caka satmak için kullanmazlar, teslim edilen iradeyi ve iradenin kullanım hakkını, halkın yararı ve ülkenin geleceği için kullanırlar. AKP ve Tayyip Erdoğan, bu Demokratik kıstasları bilmezden görmezden geliyorlar…
Taksim Parkı yıkımına karşı başlayan olaylar, iktidar ve yetkili çevreler tarafından sadece bu çerçevede değerlendirilirse, soruna çözüm bulamazlar. Bu kalkışmalar, Askerin kafasına çuval geçirmekten tutun da, Cumhuriyetin tabi tutulduğu erozyona, Devletin eritilmesine, Lâikliğin ve devrimlerin karartılmasına, yargılama adı altında yapılan Hukuk dışı haksız uygulamalara, Eğitim ve Sağlık alanında yaşanan açmaz ve bilinmezlikleredir. Kamudaki personel yapılanmasına, ‘barış görüşmeleri’ adı altında terör örgütü ile kurulan ilişkilere, Siyasi iktidarın müsrifliğine rağmen, kamu ve özel sektörde çalışan emekçilere, Emeklilere lâyık görülen düşük ücrete, işsizliğe ve Tarım kesiminde yaşanan olumsuzluğa karşı yıllardır biriken öfkenin patlamasıdır…
Başbakan, biz yüzde elliyi evde tutuyoruz diyor. Yani, onları mankurtlaşmış kabul ediyor. AKP iktidarının bu uygulamaları ve yüzde ellinin mankurtlaşması devam ederse, ‘çapulcuların(!)’ sayısı arttıkça, gözlere daha çoook biber gazı sıkılacak. Belki de, Devlet bütçesi yapılırken ‘Biber gazı’ gideri olarak bir fasıl eklenecek. Benim Biber Gazı fabrikamda çift vardiya çalışıp Polisimize gaz yetiştirecek. Korkum, halkımızın bu gaza alışarak, gazın etkisiz kalmasında…
Boş veer! Halkımız varsın alışsın! Onlar Alışana kadar ben çoktan zengin olurum!
BECERDİK BE!
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@Hotmail.com
Neyi becerdik? Neyi mi? Neleri becerdiğimizi hâlâ görmüyor, duymuyor, anlamıyor musun be kardeşim? İster lügat anlamıyla, ister sokak anlamıyla, isterseniz ironi yaparak değerlendirin; çok şeyleri becerdik, çook!
Neler becerdiğimize en yakın tarihten başlayarak bakalım:
İşçi sınıfının kol kola girerek kardeşlik türküsü söyleyebildiği, sınıfsal dayanışmasını pekiştirdiği, içine itildiği haksızlıkları dışarı vurup, özgür, eşit ve güvenceli yaşam hakkı taleplerini haykırabildiği Emek Bayramını, korku, kavga ve dehşet gününe çevirmeyi, acı, gözyaşı ve terle yoğrulup kavrulmuş yüreklere, yeni dertler, yeni acılar eklemeyi becerdik…
Emekçi sınıfı örgütsüz bırakmak için, çalışanları sendikasız bırakmayı, Sınıf temelinden yoksun yandaş sendikalar yaratmayı, kimi Sendikaların başına ağalar oturtmayı ve İşçi sınıfını satmayı, taşeronlara, sermayeye çaresiz ucuz işgücü yaratmayı becerdik…
Birbirimizi zehirli gaz, kurşun, sopa, bomba ve Molotof kokteyli yanıcılarla sindirmeyi, dayak, kötekle hırpalayıp zindanlara doldurmayı, kimyasal iç savaş provaları yapmayı, hatta canları yok etmeyi becerdik…
Bağımsızlık, özgür bir Ulus ve yaşanası bir yurt sevdasıyla kurulup mücadele etmiş bir Mecliste, ‘ana-avrat dümdüz’ gitmeyi becerdik…
Bin yıldır yaşadığımız bu topraklar üzerinde, Emperyal sömürgeciliğin ‘böl-yönet’ oyunlarına alet olmayı, terörizmi, amipleşmeyi, birbirimizin gözünü oymayı, kanını emmeyi, becerdik…
Dünya insanlığına örnek olmuş ‘Ulusal Bağımsızlık’ mücadelesi verip, daha sonra damardan, göbekten başkalarına bağımlı olmayı, kul-köle olmayı, ülkeyi ve değerlerimizi sömürtmeyi becerdik…
Devleti ve halkı, ürettiği tüm artı değerleri iç ve dış sermayeye, emperyal soyguna peşkeş çekerek, Ekonomide sıfır noktasına getirip, çırılçıplak bırakmayı, sadaka ve iane ekonomisine bağlı kılarak, Mankurtlaşmış oy deposu yaratmayı… Bereketli topraklar üzerinde aç kalmayı, susuz kalmayı, işsiz kalmayı becerdik…
‘Demokratik haklar’ adı altında, cemaatlerin, tarikatların, aşiretlerin, gericiliğin, etnik ayrımcılığın şiddetine boyun eğme noktasına gelmiş bir toplum ve ülke yaratmayı becerdik…
Beyinlerde düne dair ne varsa unutmayı, dünsüz ve geleceksiz yaşamayı kabullenmiş bir gençlik yaratmayı, kan ve can vererek kurduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığını tartışmaya açmayı becerdik…
Sporda, dostluk yerine düşmanlığı yaratarak, birbirimizi karalamayı, önünü kesmeyi ve gırtlaklamayı becerdik…
Bilim yuvası olması gereken Üniversitelerimizin kimilerini Medreseye, bilim üretmesi, topluma ışık tutması gereken kimi öğretim görevlilerimizi, iktidar vaizi ve Molla’ya çevirmeyi becerdik…
Hukukla guguk arasında yol şaşıran mahkemeler, yargıçlar, savcılar yaratmayı… Sadece beni ve bizi övüp yazan, konuşan gazeteler, gazeteciler, yayın kuruluşları yaratmayı becerdik…
Yurttaşa, gaza basarak (ne gazı ise) çocuk yapmayı öneren, doğal ihtiyaç olan ‘içecekle’, keyif için alınan ‘içkinin’ ayırtında olmayan, kimi zavallıların neredeyse tapındığı bir siyasetçiye bu ülkeyi teslim etmeyi becerdik…
Papağan gibi, ‘Demokrasi’ sayıklamamıza rağmen, ne için kullandığımızı, ne anlama geldiğini bilmediğimiz oylarımızla ‘sivil Diktatör’ yaratmayı becerdik…
‘Yıllardır becerdiklerimiz sadece bunlar mı?’ demeyin. Becerdiklerimizin hepsini yazmaya benim kalemim de, kâğıdım da, belleğim de yetmez…
Şimdilik yazdıklarımla yetinin… Daha fazla şey istemesinler bizden be! Bu kadar iş becerdikten sonra, canını da veremez ya bu millet! Becerdik! Becerdik! Yaşasın, sapına kadar becerdik bee!
PARA VE KUTSAL DEĞERLER
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
İnsanlar, beyinleri nasıl ve ne yönde programlandı ise, program çerçevesinde konuşur ve öyle davranırlar. Toplumların davranışlarında da, toplumsal programlamanın yönlendirmesi belirleyici rol oynamaktadır. Özellikle kutsadığımız Kapitalist sistemde. Beynin, doğal primitif programlanmasının yanında, kişinin içinde yaşadığı çevresi ve sosyal şartları, aldığı eğitim, hedef ve amaçlarının itişi ile oluşan edinilmiş beyinsel programlara da sahiptir.
Geçtiğimiz yakın günlerde, insani ve Hukuki yönden iki şok olay yaşadık. Bu iki olay, Türkiye’nin Dünya’ya yansıması bakımından üzücüydü, yüz kızartıcıydı…
Değerli genç kızımız Dilek Özçelik, sistemin getirdiği çaresizlik içinde hastalığına çare bulunması için Çevre Bakanından ( adını anmak acı vereceği için yazmıyorum) yardım istiyor. Bakan cebine sarılıyor ve bir miktar parayı Özçelik’e vererek, “hadi git bununla ilacını al, sakın düşürme, orada çok para var” diyor. Bu ifadeye ve davranış biçiminin sahibine tek sıfat bulabiliriz: Vicdanlarına kilit vurmuş, parayı Tanrı sayan kara ruhlu insanlar!
Özçelik, insanlığın derinliğinden kaynaklanan bir feryatla “ben dilenci değilim” itirazıyla, “insanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım!” diyerek gözyaşlarına boğuluyor. Olayın oluş biçiminde ve gelişiminde, üst düzey Kamu yetkisi kullanan bir kişinin bu tür davranışı, ayıbın ötesine geçiyor, iğrençleşiyor, onur harabiyetine neden oluyor!
Kızımızın tepkisi, çığlığı ve gözyaşı, kimi çaresiz bırakılmış insanlarımıza yol gösterirken, günümüz İktidar sahiplerine de, “insanlık yaşamında para ile satın alınamayacak değerler ve parayla susturulamayacak insanların olduğunu da hatırlatmış ve öğretmiş olması ile daha da değer kazanıyor...
İkinci olayımız: Uluslararası müzik adamı Sayın Fazıl Say’a verilen hapis cezası. Sebep? Sebep twitterde atmış olduğu, bundan sekiz yüz sene evvel yazılmış, Ömer Hayyam’a ait olduğu söylenen bir şiirin ilk dörtlüğü. Güya Fazıl Say bu mesajla, ‘toplumun kutsal saydığı değerlere’ hakaret etmiş! Mahkeme de bu gerekçeyle ceza vermiş!
Ömer Hayyam sekiz yüz sene evvel toplumun kandırılmasına isyan ederken, günümüzde Hukuk vicdanımızın, kutsallık çerçevesinde bazı yobazlıkları koruyup ödüllendirmesi hayli düşündürücü değil mi? Ömer Hayyam, sekiz asır evvel, erkeklere Cennette iki Huri verileceği aldatmacasına isyan ederken, günümüzde, ‘kadınlara ne verilecek?’ sorusu neden akla gelmiyor? Tanrının kadın diye kulları, kadınların Cennette hakları yok mu? Ömer Hayyam, bu şiiri Din bezirgânlığı yapan yobazlara karşı yazarken, savunusunu Tanrı’nın yüceliği ve dürüstlük üzerine oturtuyor…
Canlı ve cansız varlıklar Piramidinin tepesinde ‘İnsan’ olduğuna göre, kimi şeyler değerli olsalar bile, bilip tanıdığımız Dünyamızda ve tanımaya çalıştığımız Evrende şimdilik “Kutsal” sayabileceğimiz şey, yaşaması ve gelişmesi için her türlü doğal ve üretilmiş değeri önüne serdiğimiz varlık “İnsan”dır. Şayet, İnsan denen canlının üzerinden “kutsallık” değerini kaldırıp bir başka yerlerde kutsallık ararsanız, insanlık yaşamında hiçbir şeyin değeri ve anlamı kalmaz…
Kutsal değer kabullerini ‘İnsanlık’ kavramından ve haklarından ayrı değerlendiremeyiz. Dini söylemlerin ve yönlendirmelerin çoğunda, İnsan’ın barış içinde daha sorunsuz yaşaması için zorunlu kılınan öğretiler vardır. Toplumlar, her ne kadar hâlâ duygusal baskıların kıskacında olsa da, kimi şeylere ‘kutsallık’ yargısıyla baksa da, gerçeklere, pozitif düşünce ve eylemlere her zaman bigâne kalmıyor, göz yummuyor, bana ne demiyor…
Ömer Hayyam’ın aynı şirinden bir başka dörtlüğü aktaralım:
Ey kara cübbeli senin gündüzün gece
Taş atma Dünya’yı bilmek isteyenlere
Onlar Yaratanın sanatı peşindeler
Senin ise aklın abdest bozan şeylerde.
Maalesef, kimilerimizin aklı hâlâ abdest bozan şeylerde. ‘İnsanımızı bu günden yarına daha sağlıklı, daha kültürlü, daha refah ve barış içinde nasıl taşırız’ demiyor, bu Dünya’da Azrailler, Zebaniler, Gayya kuyuları yaratıyorlar…
Bu iki olay, Türkiye’yi Dünya aynasında uzun yıllar üzerine leke sürülmüş olarak yansıtacak. Üzücüydü, yüz kızartıcıydı. Bu iki olayda Dünya algısı, “Türkiye’de insanlar ne kadar çaresiz, ne kadar zor durumda, yönetenleri ne kadar nobran, ne kadar ceberut, İnsan Hakları ve Hukuk zemini ne kadar zayıf ve kısıtlayıcı” anlamında olacak!
Ve İnsan Hakları karnemize bir zayıf halka daha eklenecek…
MEĞER BEN AKİL DEĞİLMİŞİM
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Ben de kendimi ‘Akil’ zannediyor ve tek seçici Tayyip Erdoğan’ın teklifini bekliyordum. Olmadı, biri bana ‘Pışşıık’ dedi ve ben kendimi sahnenin dışında buldum. Umutlarım yine başka bahara kaldı. Sadece ben mi kaybettim bu dışlamadan. Bütün ülke kaybetti bütün ülke(!) ‘Akil İnsan nasıl olurmuş?’ göremedi bu millet, yapacağım hizmetlerden mahrum kaldı. Ama sonuca üzülmedim dersem yalan olur. Meğer ben kendini ‘Akil’ zanneden andavallı biriymişim(!) Yemedi elin oğlu be!
Şaka gibi adeta… Sanki birileri bizimle dalga geçer gibi… Ortada bir oyun oynanıyor, ama seyirci bu oyunun anlamını bir türlü anlayamıyor veya bir türlü anlatılmıyor. Otuz yıldır devam eden ve on binlerce insanımızın hayatına, yüz milyarlarca lira ekonomik kayba, ülkenin geri kalmasına neden olan ve giderek ülkeyi ayrışma noktasına getiren bir konunun halka anlatılması ve destek alınması için komisyonlar kuruluyor. Kimden? Başbakanın ‘akıllı’(!) teşhisi koyduğu ve siyaseten kendisine yakın bulduğu kişilerden. Aradaki serpiştirme isimler kimseyi aldatmamalı…
Kimilerince Kürt sorunu, kimilerince terör sorunu, kimilerince de Demokrasi sorunu olarak nitelenen bu açmaz, temelinden değil, uç anlamlarla halka sunulmuş, perde arkası halkımızca hep karanlık bırakılmıştır. Bu oyunun tarafları ve aktörleri esas dilek ve niyetlerini saklı tuttukça sorunun çözümü zorlaşmaktadır. Sadece ‘Analar ağlamasın’ tiradı üzerine gösterilen çabalar, kimi çevrelerin ve perde arkası aktörlerin temel amacı ile uyuşmuyorsa, var olan karmaşa artarak devam edecektir…
Can alıcı, can yakıcı bir konuda, Başbakan tarafından atanan ‘Akil İnsanlar’ komisyonunun kuruluşunda, niyet iyi olsa da biçim yanlıştır. Bir Devletin varlığını ilgilendiren bu tür oluşumlar, kişisel tercihlerle değil, kurumsal çalışmalar ve araştırmalar sonucu oluşturulmalıdır. Kurumsal varlıklar yok sayılarak, ‘sen, ben, bizim oğlan’ mantığıyla ve siyasal güce yakınlığıyla tanınan insanları bir araya getirerek sağlıklı sonuç almak pek mümkün görünmemektedir. Komisyonlara atanan isimlerin neredeyse tümüne yakını, zaten geçmişte AKP doğrultusunda düdük çalmış insanlar. Aynı insanlardan yeni yaklaşımlar beklemek yeni bir kandırmaca değil de nedir?
Kurumsal tartışma ve kanaatler dikkate alınmadan oluşturulan bu komisyonlara atanan insanlarda kimi nitelikler aranırken, aynı zamanda bazı görevler de tevdi ediliyor.
Akil insanlardan oluşan komisyonlarda bulunanlar:
Sözüne güvenilir (Kime göre?),
Sorunla ilgili bilgi birikimi olan (Kim nasıl tespit etmiş),
Toplumun çeşitli kesimlerinin itibarını kazanmış (ya itibar görmediği kesimler?) kişilerden oluşan “Temsili kadrolar ” olarak çalışacak.
Bu kadrolar Başbakanı mı, Hükümeti mi, tüm Türkiye halkını mı temsil edecek belli değil.
Bu komisyonlar aynı zamanda:
Süreci takip edecekler, (Nasıl?)
Toplum desteğini perçinleyecekler,(Ne ile?)
Çözüm iradesini güçlendirecekler, (Nasıl?)
Toplumsal olguyu olumlu yönde geliştirecekler… (Hangi yöntemle?)
İyi, güzel de, bir oradan bir buradan bir araya getirilmiş insanlar bunu nasıl yapacak, nasıl fikir ve eylem birliği oluşturacaklar belli değil…
Bu ülkenin Üniversiteleri nerede? Bu ülkenin Baroları nerede? Bu ülkenin Öğrenci kuruluşları nerede? Bu ülkenin Hekim birlikleri, çeşitli Sağlık örgütlenmeleri nerede? Bu ülkenin Öğretmen, Memur örgütlenmeleri nerede? Bu ülkenin İşçi, İşveren Sendikaları nerede? Bu ülkenin Çiftçi örgütlenmeleri nerede? Bu ülkenin Kadın örgütlenmeleri nerede? Bu ülkenin Ticaret ve Sanayi Odaları nerede? Esnaf birlikleri nerede? Kurumsal tartışmalar, raporlar nerede? Yok, ortada yok!
Şayet sorun ve kadrolar buralarda hamurlaştırılıp olgulaştırılmış olsa idi, Doğu-Batı-Kuzey-Güney fikir ve eylem birliği oluşturulabilseydi, komisyonlar bu kurumların ortak aklı ile kurulabilseydi başarı şansı daha fazla ve daha güven verici olurdu. Bu tartışma ortamını yaratamadı ülkeyi yönetenler. Hep korkuldu, hep gerçekler saklandı, sorun hep halı altına süpürülmeye çalışıldı…
‘Ben yaptım oldu’ mantığı ile bu çağda ülke yönetmeye kalkışanlara, bu çağdışı mantığa çanak tutanlara, bu aptal oyunlarını seyretmekten bir türlü bıkmayanlara ne demeli? Bu ülkede yaşayan tüm yurttaşlar ne düşünüyor, nasıl bir çözüm öneriyor, doğru söylemek gerekirse çoğumuz bilmiyoruz, yönetenlerde bilmiyor!
Asıl çözülmesi gereken sorun bu.
HER TARAFTA İPİN UCU KAÇIYOR
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
AKP iktidarı ve paralelinde oluşturulan yönetsel yapı giderek ipin ucunu kaçırıyor. Sosyal, Siyasi, Adli, Eğitim, Sağlık, Askeri, Emniyet ve Ekonomik alanlarda yeni yapılandırmalar hayata geçirilirken, iktidar, tamamen bireysel bir hak olan inanç anlayışında da tekliğini, hâkimiyetini dayatmaya başladı…
Bu dayatmanın son örneğini İzmir’de yaşadık. Her türlü inanç karşısında yansız olması gereken Diyanet İşlerinin başında olan Prof. Dr. Mehmet Görmez, İzmir’de ayrımcılığın, yanlılığın, ötekileştirmenin yeni örneğini verdi ve Profesörlük unvanına ulaşmış bir Din adamından beklenmeyen ve yakışmayan cahilliğin doruğuna ulaştı…
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez birkaç gafı bir arada yapıyor ve diyor ki;
-“İzmir’in farklı bir Dindarlık anlayışı var!”
-“Bu anlayış irfan geleneğine uymuyor!”
-“Kentin manevi hayatı yeni atanan ve atanacak din görevlilerince yeniden ayağa kaldırılacak!”
Şimdi sormak gerek: Ey Mehmet Görmez, senin din anlayışın nedir ve nasıldır da, İzmir’in din anlayışı sana uymuyor, farklılıklar, noksanlıklar nelerdir, İzmirliler nerede yanlış, nerde hata yapıyorlar?
İzmirliler hangi İrfan geleneğine uymuyorlar? “İrfan geleneği” nedir, İzmirliler irfan anlayışının neresine uymuyorlar? Dini anlayış ve uygulamadaki yeri ve önemi nedir?
Diyanet İşleri Başkanı gaflarında ne istediğini, nasıl olunması gerektiğini, ‘Din Uleması’ seviyesine ulaşmış ve sorumluluk üstlenmiş biri olarak, kitleleri tatmin edecek, inandıracak netlikte açıklamalıdır, insanların yanlışa düşmelerini önlemelidir!
Prof. Mehmet Görmez’e göre, İzmir’in yerlerde sürüklenen manevi hayatı nasıl yeniden ayağa kaldırılacak, İzmirlilerin yanlışları nelerdir, atanacakların çalışma yöntemleri nasıl olacaktır, ölüyü diriltecek önermeleri nelerdir? Başkan sopayı vuruyor, ama açıklama yapmadan oradan sıvışıyor…
Diyanet İşleri Başkanının bu söylemleri dinsel iftiradır, ithamdır, suçlamadır. İzmir’in inanç hayatında ne gibi noksanlar, ne gibi sapmalar, ne gibi sulandırmalar görmüştür de, böyle ipe sapa gelmez sözler sarf etmiştir. Başkan bu söyleminin amacını değerli İzmir halkına, hatta bütün ulusa açıklamak zorundadır.
Büyük çoğunluğu aynı Din anlayışında olan bu ülkede (Kimi zavallılar bununla övünür), Din konusunda en yetkili makama getirilmiş bir kişinin ortalığa kusmuk saçmaya, gübür dökmeye, ülkemizin bir yöresinin halkını Dinen suçlamaya, töhmet altında bırakmaya, kendi inanç anlayışını dayatmaya hakkı ve hukuku yoktur, görevi gereği de değildir!
İpin ucunu kaçıran Diyanet İşleri Başkanının bu ülke insanından defalarca özür dilemesi, hak etmediği belli olan o makamdan derhal ayrılması gerektiği bilincine erişmiş olması gerekir.
Şayet bunları yapmıyor, yapamıyorsa, kendisinde ilim, irfan ve izan noksanlığı var demektir…
ZIPIR KÜSTAHLIĞI
ABDULLAH AYDIN Abdaydin42@Hotmail.com
İkisi de Osmanlı Subayı, kimi zaman saraya yakın, kimi zaman uzaklar… İkisi de Kurtuluş Savaşı örgütleyicisi ve bizzat savaşanı… İkisi de bağımsızlıkçı… İkisi de Cumhuriyeti kuranlardan… İkisi de Ulusalcı, ikisi de Devrimci…
Osmanlı’nın son kırk senesine ve Cumhuriyetin ilk yarım yüz yılına tanıklık etmiş Atatürk ve İsmet İnönü, her iki dönemde yaşadıkları ve tanık olduklarıyla acı bir kanaate varıyorlar ve utanılacak gerçeği dillendirmek zorunda kalıyorlar. Ve “Bu ülkenin kahramanı kadar da haini var” diyorlar. Şuna inanıyorum ki; Atatürk ve İnönü bu sözü söylerken içleri acımıştır, gözleri yaşarmıştır. Aynı zamanda, bu kadar yoğun karşıtlık içinde Dünya’da emperyalizme ilk direnişi başlatmak, Cumhuriyeti kurmak, Devrimleri yapmak ve ümmetten bir ulus yaratmakla da haklı olarak gururlanmışlardır…
Böyle bir yazıyı neden kaleme aldın diye sorulabilir. Nedeni şu: Hürriyet Gazetesinin 13 Mart Çarşamba günlü baskısında, yıllarca bu gazetenin en üst sorumluluğunu taşımış ve ülkede ‘üst düzey gazeteci’ iltifatı görmüş Ertuğrul Özkök’ün köşe yazısındaki bir ifadeden oldukça rahatsız olduğum için yazma mecburiyeti hissettim.
Zaman Gazetesi yazarı Herkül Millas 12 Mart 2013 tarihli yazısındaki, Anayasada tanımlanması istenen ‘Vatandaşlık’ kavramının ‘Türk yerine, Türkiyeli’ olmaması gerektiğini, bir Rum’un kendisine’ Türk’ diyemeyeceğini belirtiyor.
Ertuğrul Özkök bu önermeyi çok beğenmiş olmalı ki, birilerinin ithamlarından da etkilenerek “Türklükten istifa etmemiş olsam, yazının altına şaaaak diye imza atardım” diyerek olaya balıklama atlıyor ve hemen ekliyor, ama ne yazık ki ben Haymatlos’luğu seçtim!
Ertuğrul Özkök’ün çok beğendiği ve şaaak diye imzalayacak etkiyi aldığı Rum kökenli Türk yurttaşı, Zaman Gazetesi yazarı Herkül Millas’ın 12 Mart 2013 tarihli o makalesinden kimi pasajları buraya aktaralım:
“Kaldı ki ‘Türk kelimesine tepkili olan birinin ‘Türkiyeli’ ye de tepkili olması gerekmez mi? Bu derecede aşırı duyarlılıkların çözümünü dilde değil, başka alanlarda aramak gerek. Vatandaşlık anlamında ‘Türk’ kelimesi bazı tepkiler doğuruyorsa, bunun nedeni kelimenin kendinde değil, Türk Devletinin ve kısmen toplumunun da uygulamalarındadır. Her vatandaşın geçmişini Orta Asya’ya bağlamak, başka etnisitelerin varlığını görmezlikten gelmek, hatta bastırmak, Türkçe dışında başka dilleri yasaklamak veya aşağı görmek, vatandaşlar arasında dil, din veya köken temelinde ayrımcılık yapmak… Bütün bunlar ’Türk’ ve ‘Türklük’ adına yapıldığından tepkiler doğmuştur. Tersi olsaydı, yani ‘Türk’ kelimesi gerçekten kapsayıcı bir uygulamanın simgesine dönüşmüş olsaydı, yani yalnız lâfta veya Anayasa’da bir cümle olarak kalmasaydı bu gün ‘Türk’ kelimesi sorunlu olmazdı.”
“Sorunun çözüm yolu, yine Anayasal vatandaşlığın içinden geçiyor.”
“Türkiyeli kelimesini kullanıp bağnaz, ayrımcı ve ırkçı ‘Türklük’ yapılacaksa tabii ki birileri ‘Türk/Türkiyeli’ derken kendini mutlu hissetmeyecektir.”
Böyle diyor Herkül Millas.
Herkül Millas’ın kendi şartlarından hareket ettiğini zannettiğim eleştirilerin ve önermelerin bir kısmına katılmamak mümkün değil. Şöyle etrafımıza baktığımızda, hemen hemen yaşamın her anında ve her toplumsal katman ilişkilerinde dışlama ve ötekileştirme yaşadığımız inkâr edilemez. Birlik içinde çeşitliliğe ve çok sesliliğe tahammülümüz yok. İnanç anlayışımızda da karşımızdakine tahammül edemiyoruz…
Tanımlamalarda adları ön plâna çıkararak insani bir yaşam kurmak pek olası değil. Ancak bir madde, bir oluşum hatta bir bina tanımlanırken temel yapı malzemesinin ve ana unsurun ismi ile tanımlanır. Bütün Dünya’da, kurulu devletlerin ve halkların isimlendirmeleri ve tanımlanmaları böyledir; temel unsurun ismi ile tanımlanması normaldir, bundan kimse gocunmamalıdır…
Bu ülkede yirminin üzerinde etnik kimlik var. Yurttaşlarımızın bu kimliklerini birbirlerinin karşıtı gibi algılamamalı, o kimliklerin dostluğunu geliştirmelidirler. Kimse ben köken olarak Türk’üm demek zorunda değil. Ancak Türk kimliğini ve Türk Vatandaşlığı tanımlamasını da rakip ve hedef olarak seçmemeliler, çoğunluğun kökenine rakip olmamalılar…
Türk’lük/Türkiye’lilik tanımlamasında Rum kökenli yurttaşımızın gocunmasını anlayabiliriz. Ancak kimi basın mensuplarının bu ülke insanlarının genel kimlik konusundaki düşüncelerini anlamakta zorlanıyoruz. Bu ülkenin en büyük yayın organında 20 yıl gibi uzun süre Genel Yayın Yönetmenliği yapan, Yüksek Eğitim kurumlarında ders veren birinin ortaya çıkıp “Ben Türklük’ten istifa ettim” demesi, bazılarına karşı ironik bir tepki olsa da, geniş yığınlarca ters anlaşılabilir ve Ertuğrul Özkök’ü hedef haline getirebilir. Ertuğrul Özkök kendini bu sıkıntıya sürükleyen nedenleri ve kişileri çok açık biçimde topluma anlatmak zorundadır…
Hepimiz Haymatlos (Vatansız) olamayacağımıza göre, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz bu ülkede, öyle anlaşılıyor ki, bazıları toplumumuzun iyi niyetli bakış ve davranışlarının örselenmesi pahasına Türk ve Türklüğü tartışmaya açarak zıpır küstahlığına sürükleniyorlar, ihanet çukuruna düşüyorlar. Kendileri, bu ülkede etkili yetkili yerlere gelseler de, galiba bazı şeyler değişmiyor, bir şeyler kişilerde baki kalıyor!
MİLLİYETÇİLİK BAHANESİNDE KABARAN İŞTAHLAR
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmai.com
Türkiye kırk yıldır yoğun bir terör ortamında yaşıyor. 1980 öncesindeki Sağ-Sol ideolojilerin karşılıklı kıyımı, terörü önleme bahanesi ile gerçekleştirilen 1980 darbesinin bizatihi kendisinin yarattığı resmi terör, uluslararası özellik ve katkılar taşıyan Ermeni ve PKK terörü… Yok edilen canlar, yoksullaşan, umutsuzluğa sürüklenen kitleler, çözülen ‘Ulusal kimlik’ ve iltihaplı sivilceler gibi her tarafımızdan fışkıran etnik tanımlama, söylem ve talepler…
PKK terörü paralelinde alevlendirilen etnik kimlik sorgulama ve arayışları, şayet böyle devam ederse ‘Ulusal çözülmeye’ kadar gidebilir. Özellikle AKP döneminde, bu ayrışmaya mezhepsel kimlik tanımlamaları ve arayışları da katıldı, iş daha da çözümsüzlüğe yöneldi…
Her arayış yeni bir ayrışmayı, ötekileştirmeyi ve toplumsal güvensizliği doğurdu. Toplum, Sosyal Katmanlar birliğinden, Ulusal birlikten, birbirini reddeden ırksal ve dinsel etnik karşıtlıklara ve zıtlıklara doğru itildi…
Siyasi sorumluluk taşıyanların ve Devletleri yönetenlerin birincil görevleri, tarihin her döneminde ve her toplumunda birliği sağlamak, yurttaşlarını barış içinde yaşatmaktır. Bunu başaramayanlar veya bu konuda aymazlık gösteren siyasetçilerin akıbetleri, gittikleri yer ve o toplumlara bıraktıkları miras herkesçe malûmdur…
Son günlerdeki söylemleri ile Başbakan Tayyip Erdoğan, Milliyetçilik anlayışı ve tarifi ile ‘Ulusal Birliği’ reddeder duruma düşmektedir. Bu sürüklenişte, Başbakanın zihninde yerleşik ‘Yeni Osmanlıcılık’ özleminin olduğu söylenebilir; ‘Tek adamlık’ özleminin de, her türlü tavizi her yönde vererek iktidarını uzatmak ve pekiştirmek isteği de etkili olabilir…
Başbakan’ın ‘Her türlü Milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık’ söyleminin altında yatan nedenlerden bir diğeri de, On Sekiz, On Dokuz, Yirminci yüz yıl ‘Milliyetçilik anlayışı’ yorumuna dayanıyor. Milliyetçilik yaftası altında bir dönem Nazizm ve Faşizm hareketlerinden zarar gören insanlık, bu anlayışı mahkûm etmiş ve cezalandırmıştır. Başbakan Milliyetçiliği bu tanımlamalarla günümüzde yorumluyorsa, yanıldığını söyleyebiliriz… Tarih boyu tartışma konusu olan Milliyetçilik, Kavimden Ulusa evirilen birçok tanımlamalarla izaha çalışılmıştır. Günümüzde, Soy, Irk ve Kan birlikteliği, Kafatası yapısı ile Milliyetçiliği açıklamak mümkün değildir. Rejimlerin ve egemenlerin kasıtlı söylem ve davranışları dışında, günümüz Milliyetçilik anlayışı ve uygulaması ırksal değil, sınırlarla kaim Ulusal bir anlayış olmalıdır. Herkese aynı mesafede yasalar, sınırlar içinde aynı kimlikler var ise, sınırlar içinde Devletin yurttaşlara mesafesi eşitse, Devlet tüm yurttaşlarını her türlü iç ve dış tehlikeye karşı (Ekonomik, Siyasi, Kültürel, Hukuki ve bedeni) koruyor ve geliştiriyorsa, yönetenler ve toplum tüm insani haklarına karşılıklı saygılı davranıyor ve teslim ediyorsa, o ülkede Ulusalcı davranışlar gelişmiş demektir…
Aynı ırktan insanların farklı kimlikler altında birbirlerine düşman oldukları, savaştıkları, kitlesel katliamları, sömürüleri, birbirlerini reddettikleri, tarihin sayfalarında yazılıdır. Bu gösteriyor ki, Milliyetçilik ırkla, kanla, inanç birlikteliği ile açıklanamaz.
Üstün ırk ve üstün inanç anlayışı insanlığın en büyük aptallığıdır. Antropolojik özelliklerle övünmek veya yakınmak günümüz insanının deneyim ve birikimleri ile bağdaşmaz. Bayatlamış ve çağı geçmiş ırksal ve dinsel etnik anlayışla bir yerlere varılamayacağı hâlâ anlaşılamamışsa, burada toplu bir hata işlenmiş ve işleniyor demektir… Başbakan kendisini “aradan sıyrılmış zenci Türk” olarak nitelerken, düşüncelerindeki birtakım eşikleri aşamadığını, bilinçaltındaki ayrışmayı açığa vuruyor, kimi çevrelere saflaşmak doğrultusunda mesaj veriyor. Başbakanın bu sözlerinden hareketle, aslında bu coğrafyadaki insanların en mağdur edilenleri Başbakan’ın ‘Beyaz Türk’ olarak nitelediği kesimdir. Tarih boyu yolgeçen hanına dönmüş Anadolu Coğrafyasında, ülke yönetimini elinde tutan biri tarafından etnik ayrışma tarifi yapılması, bu ülke için gerçek bir talihsizliktir, yakın bir tehlikedir…
Başbakan bu tanımlamasıyla kabaran kimi iştahlara yol açtığını, bu ülkede kendisi gibi ‘aradan sıyrılmış Zenci Türk’ (!)olmaya aday Yetmiş Beş Milyon insan olduğunu, ‘Beyaz Türk ’(!) çocuklarının da aradan sıyrılmış Zenci Türk çocuğu gibi Yirmi Beş yaşında Gemi Filosuna sahip olmak istediklerini unutmamalıdır!
Türkiye’ye gerçekten yazık oluyor!
KARADENİZİN AYRIMCILIK REDDİ
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Osmanlı Padişahlarından birine atfedilen “İstim sonradan gelsin” lâfında olduğu gibi, kimi siyasi partiler ve siyasetçiler, aklın ve mantığın sonradan gelmesini bekliyorlar. BDP’nin ve Milletvekillerinin yarıda kestiklerini açıkladıkları Karadeniz gezilerinde olduğu gibi… Yıllardır bu ülkede, kendi deyimleri ile “Kürdistan” ve “Kürt” kelimesinden başka siyasi bir söylemde bulunmayan, kendi bölgelerinin dışındaki insanların sorunları ile en ufak ilişkileri olmayan, bu ülkede “Karadeniz” diye bir bölgenin olduğunu bile düşünmeyen BDP Milletvekillerine Sinop ve Samsun’da tepki gösterildi, protesto edildiler…
Karadeniz’de BDP Milletvekillerine gösterilen tepkiler kimi haklılıkları da içinde taşıyor. Siyasi Partiler ülkeyi yönetmek ve halkını refaha ve yarınlara taşımak için kurulurlar. Ülke bütünlüğünü öteleyip, ayrımcılığı ve bölgeselliği öne çıkaran Partilerin ülke bütününde rağbet ve ilgi görmesi elbette düşünülemez. Siyasi Partiler ve siyasetçiler, Bir bölgeyi değil, ülkenin her noktasındaki bir karıncayı ve çakıl taşını bile korumak zorundadırlar…
BDP’liler Karadeniz bölgesindeki göç ve nüfus azalması konusunda ne düşünürler? Fındık, Çay, Balıkçılık ve tütün üreticilerinin sorunları hakkında ne düşünürler? Karadeniz bölgesinin Türkiye’nin en geri kalmış bölgesi durumuna düşmesi hakkında ne düşünürler? Bu sorunlarla yıllardır hiç ilgilenmeden,”Bayram değil, seyran değil, eniştem beni neden öptü” misali Karadeniz bölgesine soyut söylemlerle siyasi çıkarma yapmaları, toplumsal bilinçaltında ‘güç gösterisi’ gibi algılanıp tepki topladılar… Başbakan’ın dediği gibi özgürce(!) seçilmiş Milletvekilleri olarak itibar görmediler…
Bölge insanının kendileri ile en ufak ilişki kurmayan, hiçbir sorunlarına ilgi duymayan BDP’lilere tepki göstermeleri haklı, ama tepkinin yöntemi ve üzerine bazı siyasi kimlik yapıştırılması yanlış oldu. Demokrasilerde zorlayıcı sınırlar, yasaklar, korkular olmamalı, her yurttaş ülkenin her yerine özgürce girebilmeli ve dertlerini anlatabilmeli, insanlarla her türlü ilişkiyi kurabilmelidir. Şiddet gösterileri yerine, ilgisiz bir ortam yaratılması, yalnızlaştırmaya gidilmesi daha Demokratik ve daha etkili olurdu… Tezgâh gibi de görünen bu geziye, Sinop ve Samsun’daki tepki görüntüleri ürkütücü ve çirkin olsa da, her türlü hareket içinden iyilikler de doğurabilir. BDP’liler ve sadece Kürt siyaseti güdenler bu gelişmeleri dikkatli ve doğru değerlendirirse ülke ve toplum yararına, birlikte ve özgürce yaşama doğrultusunda sonuçlar çıkarabilirler. Doğru değerlendirme, BDP’yi yöresel ve etnik bir parti olmaktan kurtarıp, bütün ülke insanını kucaklayan Demokratik bir kitle Partisine dönüştürebilir…
Her geçen gün siyasetin dili daha da kirleniyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tüm konuşmaları itham edici, suçlayıcı ve tehdit edici bir üslûpta yoğunlaşıyor. Bu konuşma üslûbu diğer siyasetçilere ve yetişenlere de örnek oluyor, geniş kesimleri ötekileştiriyor… BDP’li S.Süreyya Önder Başbakandan geri kalmıyor ve insanların doğal yapılarına saldırıyor, hakaret ediyor. Kendisini akıl, izan ve mantık kantarında tartması herhalde yararına bir davranış olur. Karşısındakini yetersiz gören insanların yeterlilikleri her zaman tartışa götürür bir durumdur…
Gelişmeler gösterdi ki; Karadeniz insanı terör ve bölücülük istemiyor. Gösterdikleri sert tepkinin nedenini başka yerlerde aramaya gerek yok. Üstelik bu bölgenin insanları en erken ve en çok dış açılımı ve yer değiştirmeyi yaşamış, çeşitli kesim insanı ile dostça yaşamanın ne olduğunu bilecek kadar deneyim kazanmıştır. Gösterilen tepkileri düşmanlık olarak değil, ‘neden bütüncül davranmıyorsunuz?’ doğrultusunda değerlendirilirse daha doğru sonuçlara ulaşılabilir…
Birlikte yaşamanın ve barışın hepimiz için yaşamsal olduğu asla ve asla unutulmamalı ve gereği mutlaka yerine getirilmelidir…
SAVCININ İTRAFI
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Demokrasi, Başkanlık, Yarı başkanlık, Monarşik ve Parlamenter Demokrasi gibi çeşitli adlarla anılsa da, hepsinin ortak noktası ‘Güçler Ayrılığı’ ilkesini kabulü ve ‘Hukuk temelinde’ şekillenmeleridir…
Halkın egemenlik hakkını doğrudan ve dolaylı kullanabildiği tek sistem olarak kabul gören ‘Demokrasinin’ temel reddi ‘Güçler birliğidir’. Ülke yönetiminin ve halkın ortak yaşam prensiplerini belirleyen Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinin tek elde toplanmasıdır…
Güçler birliği ilkesiyle tek elden yönetimin varacağı son istasyonun ‘Diktatörlük’ olduğunu Dünya yaşayarak gördü. Yirminci Yüzyıl Dünya tarihi bu acı örneklerle ve sonuçlarla doludur…
Biz böyle bir tehlikeyi yaşıyor muyuz? İktidar partisi AKP sözcülerinin ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kimi talep ve söylemlerini bir araya getirdiğimizde, Güçler birliğine ve tek adam yönetimine doğru bir talep, eğilim ve çabanın olduğunu söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan AKP Meclis Grubu yoluyla TBMM’ni bloke etmiş, muhalefetin hiçbir talep ve önerisi Mecliste itibar görmediği gibi, Başbakan’ın her istediği kanun olarak kabul edilmiştir. Gerekirse Anayasayı bile tek başımıza değiştiririz diyen Başbakan, temelde tüm güçleri elinde toplayacağı bir Başkanlık veya yarı Başkanlık sistemi istemektedir. Böyle bir hedef ve işleyiş, tehlikenin içinde olduğumuzun göstergesidir…
“Askeri Vesayeti yok edeceğiz” bahanesiyle, Ulus dışı güçlerin etkili olduğu iddia edilen bir organizasyonla kimi kurumları çökertme hareketi başarıya ulaşmış görünüyor. Hiçbir Hukuk kuralına sığdırılamayan Özel Görevli Mahkemelerdeki kimi yargılamalar organizasyonun hedef ve amacının ötesine geçmiş olmalı ki; Başbakan ve çevresi, Savcısı olduklarını söyledikleri yargılama yöntemlerinden ve sonuçlarından şikâyetçiymiş gibi görünmeye başladılar… Demokrasinin sadece Askeri değil, hiçbir vesayeti kabul etmediğini bilmezden geldiler…
Ergenekon yargılamaları, eline verilmiş belgelere ve ifadelerine dayandırılarak inşa edilen Tuncay Güney, birileri amacına ulaştıktan sonra, “Ergenekon bir projeydi, sahnelendi ve oyun bitti” itirafında bulunuyor ve ifadelerinin işkence altında alındığını söylüyor. Ne yazık ki; ele geçirilmiş ve özel oluşturulmuş kimi yargı kurumları, Silivri yargılamalarının öznesi durumuna gelmiş kişinin
İtiraflarını dikkate alacak gibi davranmıyor…
Unutulmaması gereken asıl husus, her türlü Hukuk dışılığın yapıldığına inanılan Silivri yargılamaları ve bazı kurumlar üzerine yapılan abanmaları BOP projesinden ve Arap Baharı kışkırtmalarından ayrı düşünmek hata olur. Yaşadığımız Askeri, Siyasi ve Hukuki skandallar, sömürgeci emellerin Ortadoğu’yu egemenlikleri altına alma projelerinin plânlanmış parçalarıdır…
Yurtsever aydın insanlarımızı ateşle yok edecek kadar insanlık duygularını kaybetmişlerin yargılandığı Sivas felâketi davası zaman aşımına uğratılarak, kör karanlığın cellâtları hukuk elinden kurtarıldı. Bu sonuç Başbakan Erdoğan’ın hoşuna gitmiş olacak ki: “Bu karar milletimize hayırlı olsun” diyerek memnuniyetini ifade ediyor. Bu ifade, zımnen de olsa Sivas katliamını onama anlamı taşıyor…
Dış ilişkilerde, iç politikayı yönlendirecek yöntemler izlerken, kimi güç odaklarına tehdit savurmayı da ihmal etmiyorlar. Ama karşı yanıt aldıklarında hemen çark ediyorlar, yanlış anlaşılma pozisyonuna yatıyorlar. Ciddi Devlet yönetimleri Dış Politikada orta oyununa asla ve asla yer vermezler. ...muş gibi yapıp halklarını kandırmaya çalışmazlar…
Başbakandaki kimi dönüşümler çarpıcı görüntüler veriyor. Özel Mahkemelerin tutuklama yöntemlerinden, yargılama yöntemlerinden ve uzun tutukluluk sürelerinden şikâyet ediyor. O zemin sanki kendisinin dışında oluşmuş gibi söylemlerde bulunuyor. Bilerek ölümün eşiğine getirilen çoğu suçsuz insanı ölüm döşeğinde ziyaret ederek bir nevi af diliyor. Başbakanın bu davranışları takiye görüntüsü verdiği için geniş çevrelerce pek ciddiye alınmıyor, samimi bulunmuyor…
Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarına düşen asıl görev, tutuklanmalarına, cezalandırılmalarına, mağduriyetlerine ‘ooh’ çektikleri insanları ölüm döşeğinde ziyaret etmek, mezarı başında el açıp dua ediyor görüntüsü vermek değildir. Asli görevleri, bu ülkede yaşayan tüm insanların her türlü mağduriyetlerini önleyecek hukuki zeminin, sosyal yapılanmanın yaratılmasıdır. Siyasetçilerin birincil görevleri, ikbal peşinde koşmak değil, tüm yurttaşlarının mutluluğunu sağlamak, hukukunu korumaktır…
Başbakanın son günlerdeki tavır ve söylem değişikliği, zorlayarak da olsa özür dileme, geçmiş yanlışları kabul etme olarak, hukuksuzlukların oluşumundaki Savcılık görevi katkısının itirafı ve ikrarı olarak değerlendirilecektir…
Şayet görüntüler samimi ise, yanlışlardan dönmek de erdemdir, fazilettir…
EMPERYALİZMİN GÜDÜM VE GÖLGESİNDE KÜRTLER BAĞIMSIZ OLABİLİR Mİ?
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Bağımsızlık, sadece sınırları belirlenmiş bir toprak parçası ve o topraklar üzerinde yaşayan insanlara tüzel kişiliğin sahipliğini belirleyen belgeler vermek değildir…
Bağımsızlık, sahip olduğun topraklar üzerinde, toplumsal iradenin egemenliği, Siyasi erkin toplumsallığı, her türlü konuda irade kullanabilme, temel insan haklarının ve özgürlüklerinin hiçbir engele takılmadan kullanılabilmesi, Hukukun, tüm yurttaşları koruma ve güvencesi altında alması, Uluslar arası ilişkilerde eşit koşullarda bulunabilme ve karar oluşturma gücüdür…
“Böyle güzelim bir yer var mı” diye sorulabilir. El cevap: Böyle bir ülke henüz yok, ama olmak için çaba harcayan ülkeler ve topluluklar elbette var…
Bağımsızlık mücadelesinin en belirgin ve somut örneği Türkiye Cumhuriyeti’dir. Öyle ki; Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin akabinde başardığı Sosyal, Siyasal, Kültürel, Ekonomik ve Uluslar arası ilişkilerdeki değişimler, birçok mazlum Ulusa örnek olmuştur, yol gösterici olmuştur. Ama ne yazık ki; geldiğimiz ve bulunduğumuz nokta hiç de iç açıcı ve övünülecek pozisyonda değildir…
Ortadoğu ve geri kalmış İslâm toprakları asırlardır Siyaset ve Savaş oyununun plâtosu gibi kullanılıyor. Özellikle 21. Yüzyılda, Emperyalizm bu toprakları savaş sahnesi ve yaşayan insanlarını da bu iğrenç filmin figüranı olarak kullanıyor. İstisnası yok, tüm İslâm ülkelerinde kışkırtılmış savaş hali yaşanıyor…
Osmanlı’nın parçalanıp yok edilmesi bitarafa, son otuz yıldır ülkemiz, Emperyalist emeller ve çıkarlar için kışkırtılmış kargaşa ve savaşın cephesi, tarafı durumuna getirildi…
Coğrafi konumu itibariyle, asırların getirdiği değişken ilişkiler içinde olan Anadolu Coğrafyasında oluşan farklılıklar ve kimi çelişkiler, farklı tarihlerde, değişik sömürgen Dünya egemenleri tarafından kaşınmakta, halklar birbirine karşı etnik ve Dinsel temelde kışkırtılarak, güç oluşturmaları önlenmektedir…
Ülkemizde son otuz yıldır devam eden, Kürt kisvesi geçirilmiş, uluslararası kışkırtma PKK terörü ve buna paralel oluşturulmuş ve legal görünüme sokulmuş Kürt siyaseti, Emperyal plânlamalar sonucu Türkiye Cumhuriyeti ile pazarlık aşamasına kadar getirildi… Şimdi “Siyasi Statü” istemeye başladılar. Bir ülkede en güvenli Siyasi Statünün eşit yurttaşlık olduğunu yok sayarak…
Legal görünen ağızlar ve siyasetçiler, her ne kadar “bizim mücadelemiz Federasyon, bağımsızlık veya Türkiye’den ayrılmak değil, isteğimiz eşitlik ve Demokratik haklarımız için”, deseler de, temel amacın, kimi siyaset lobilerince haritaları çizilen “Büyük Kürdistan” olduğu herkesçe bilinmektedir. Olayı yumuşatmak için kimi mahfillerde “ Demokratik Özerklik” (sanki Diktatoryal özerklik veya Teokratik özerklik varmış gibi), “Anayasal Vatandaşlık” (sanki Anayasa dışı vatandaşlık varmış gibi)talepler dillendirilir oldu.Irak’taki yarı bağımsız Kürt bölgesinin oluşumundan sonra, genel amaç daha net biçimde ortaya çıkmış ve çevre ülkeleri rahatsız eder duruma gelmiştir. Suriye’de yaratılan karmaşada, Irak Kürt bölgesi oluşumunun itici güç olduğu yadsınamaz. İran’daki Kürtlerde sürekli kışkırtılmakta, ancak İran’ın bu konudaki tavrı, her türlü kalkışmayı bastırıp yok etmede katı, kararlı ve çekinmez doğrultudadır. Bizdeki terör ve karmaşada da, Irak Kürt bölgesinin destekleyici rolü vardır ve teröristler için üs, korunak ve Lojistik destek görevi yapmaktadır…
“Kürt sorunu” olarak tanımlanan sorun yerel değil, uluslararasıdır. Ortadoğu petrolleri var oldukça da bu karmaşa sürecek ve bu niteliğini koruyacaktır. O yönünü dışta bırakarak, içimizdeki durumu tahlilimizde, siyasallaşan bir terör olayıyla iç içeyiz. Kendileri (T.C. Parlamentosunda olmalarına rağmen) Kürt siyasetçisi olarak tanımlayıp sunarak, Türkiye siyaseti konusunda hiç de samimi olmadıklarını gösteriyorlar…
Türkiye Kürtlerinin Siyasal, Sosyal ve Ekonomik konulardaki konumları diğer ülkedeki Kürtlerle mukayese kabul etmez durumdadır. Kimi ülkelerde yurttaşlık kayıtları bile olmayanlara karşın, Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genel Kurmay Başkanlığı, her türlü kamusal alanda, her türlü makama sahip olabiliyorlar. Ülkenin her yerine yerleşip, mal edinmelerinde hiçbir yasak ve sakınca yok. Ülkedeki her türlü Sosyal yardımlaşmadan eşit olarak yararlanabiliyorlar…
Kürtçü siyaset güdenler Türkiye’nin birliği ve toplumsal gelişmesini esas almıyorlar, bölgesel siyaseti ( ırkçı) esas alıyorlar. Hep Kürtlerin ezildiğinden bahsederken, ülkenin diğer yerlerinde yaşayan yurttaşların sorunları, ezilmişlikleri, yoksullukları ile hiç ilgilenmiyorlar…
Türkiye’de Kürt siyaseti güdenler hiç samimi değiller. Kürtçü siyaset yapanların, Toprak ağalarının, Aşiret reislerinin, Tarikat şeyhlerinin hiç birinin çocuğu ve yakını dağda değildir. Hepsi Türkiye’ nin en iyi okullarına okuyorlar, en gelişmiş yerlerinde köşe başlarını tutuyorlar. Yoksul gençlerin kandırılarak dağa çıkışlarını, terör örgütüne katılışlarını engelleme doğrultusunda hiçbir çaba göstermiyorlar, aksine, sözleri ve davranışlarıyla teşvik eder pozisyonda görünüyorlar. Bu davranış biçimi terör örgütü ve sempatizanları için siyasi bir moral desteği ve güveni sağlıyor…
Kürtçü siyaset güdenler samimi değiller; çünkü Türkiye’nin geri kalmışlığında etkin rol oynayan Feodalite ile hiçbir sorunları yok. Kaldı ki: Feodal yapının en etkin olduğu bölgeler Kürt kökenli yurttaşlarımızın yaşadığı bölgelerdir. Toprak Ağalığının, Aşiret Ağalığının, tarikat Şeyliğinin en yoğun olduğu bölge, Kürtçü siyasetin yapıldığı bölgelerdir. Sadece Kürt siyaseti peşinde koşanlar, ağızlarından düşürmedikleri “İnsan Hakları”, “Demokrasi”, “Özgürlük” kavramlarının hiç kullanılmadığı bu Ortaçağ yapısı Feodalite ile mücadele etmek yerine, Türkiye Cumhuriyeti ile kavga etmeyi ve onu zayıf düşürmeyi yeğliyorlar. Feodaliteyle mücadele etmezler, edemezler; çünkü kendileri Feodal yapının sahipleridirler… “Kürtler eziliyor” çığlıkları atarak, mensubu oldukları Feodal egemenliklerinin, üstünlüklerinin devamını sağlamaya çalışıyorlar…
CHP Milletvekili Birgül Güler Ayman’ın Parlamentoda yaptığı konuşma büyük tartışmalara neden oldu. Konuşma, T.C. Parlamentosunda bulunup, sadece Kürtçü siyaset yapanlar, Ulus ve Yurttaşlık kavramlarını doğru değerlendiremeyenler tarafından tepkiyle karşılandı. Aslında Ayman’ın konuşması Siyaset Sosyolojisi açısından doğru bir değerlendirme idi. Ulus kavramının yerine Etnik alt yapıları ikame etmeye kalkarsanız, ortada birlikte yaşanacak bir ülke kalmaz. Kendilerine karşı çıkanları Faşistlikle suçlayan, ancak kendileri faşizan eğilimlerin göbeğine batmış PKK uzantısı BDP, bu konuda daha dikkatli davranmak ve Kürt kökenli yurttaşları yanlış yönlendirmekten vazgeçmelidir…
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı “ elbette kutsaldır. Ancak birlikte ve barış içinde yaşamak daha da kutsaldır. Uluslaşmak o kadar kolay bir iş olmasa gerek. Doksan yıllık T.C. bu coğrafyada yüz yıllık Selçuklu’yu, altı yüz yıllık Osmanlıyı yaşamasına rağmen hâlâ “Uluslaşma” sürecini tamamlayabilmiş, tam bağımsız olabilmiş değil. Kaldı ki, Aşiretlerden oluşmuş, Feodalitenin boyunduruğundan kurtulamamış, yeterli dil oluşumunu sağlayamamış, henüz dili ile yazılı birkaç belgeye sahip olan, kışkırtılmaya açık bir anlayış içinde yaşayan ve farklı diller konuşan topluluğu bir Ulus olarak bir araya getirmek ve onlara çağdaş bir yaşam sağlamak oldukça zordur…
Bu ülkede hangi etnik guruptan olursa olsun, etnik ve ırkçı siyaset güdenlere birilerinin bir zamanlar söylediklerini hatırlatmak isterim. Yaşadıkları ülkelerde Kürtleri sürekli kışkırtarak yeni bir İsrail peşinde koşan ABD Başkanı Barack Obama’nın en yakın baş danışmanı David Axelrod Türkiye’ye yaptığı bir ziyarette şöyle diyor: “Eker, büyütür ve biçersiniz. Gelecekte, burada ektiğiniz tohumlar çok değerli olacak”! Bu söz kulaklara küpe olmalıdır…
Bu ülkenin her karışında yaşayan, her türlü farklılığa sahip insanların, ülke birliği ve hukuk içinde her türlü insani ve sosyal haklardan yararlanıp kullanabilmeleri sağlanmalıdır. Hak talepleri mutlak “Devlet karşıtlığı” olarak değerlendirilmemelidir…
Ve ve bu ülkede siyaset yapanların, kendini Kürt siyasetçisi sayanların, Emperyalistlerin taşeronluğunu yapanların ve kandırılmak tehlikesi ile karşı karşıya olan iyi niyetli yurttaşlarımızın, ABD başkanı Barack Obama’nın baş danışmanının söylediğine ve Emperyalizmin niyetine dikkat etmelidirler. Bu topraklara Emperyalizmin tohumlarını ektirmeyelim. Hasadı bize zorla yaptırırlar!
Şimdi soralım: Kendi adına tohum eken Emperyalizmin güdüm ve gölgesinde, varsayalım ki sınırlar çizildi; Acaba Kürtler bağımsız ve özgür bırakılır mı? Tek cevabımız var: ı-ıh!
DEĞİŞİM HİSTERİSİ
ADULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Histeri, ülkemizde bilim çevrelerinin dışındaki büyük bir kitlede, sadece kadınlara has bir sapma olarak algılanır ve yanlış değerlendirmelere neden olur. Aslında her iki cinste görüldüğü gibi, toplumum tüm katmanlarında ve hayatın her alanındaki eylem ve söylemlerde karşılaşmamız mümkündür…
Özel bir otomobilin arkasında gördüğüm bir yazı beni oldukça etkiledi. İçinde bulunduğumuz ortama tepki veren yurttaş, M. Kemal Atatürk’e ithafta bulunarak, şöyle ifade etmiş isyanını: “İnandığın doğrular değişmedi,
İnandığın insanlar değişti”. Aynı endişeleri bu ülkede milyonlarca insan taşıyor ve endişeleniyor…
Özellikle AKP iktidarının, Başbakan Erdoğan’ın ve kimi yandaşların ağzından hiç eksik olmuyor bu ‘Değişim’ sakızı. Her yerde, her konuda karşımıza çıkıyor ve anlamak için epey çabalamak zorunda kalıyoruz; çabalıyoruz da, somut bir sonuca varamıyoruz. Değişim teraneleri almış başını gidiyor.
Nasıl değişiyormuşuz bir bakalım:
Anayasalar, Partilerin antlaşmasıyla aksayan yönleri dikkatle irdelenerek, değiştirilebilir, yenilenebilirler. Ancak, Anayasaların temel yapıları ve felsefelerinin değişim veya yenilenmeleri, ülke halkının bütününü doğrudan ilgilendirdiği için, tüme yakın bir antlaşma zorunludur.
AKP %50 oy oranıyla tüme vardığını zannediyor, değişim sevdasıyla Anayasayı tümden değiştirmeye, dolayısıyla Devlet yapısını değiştirmeye çalışıyor…
Değişim sevdası Adalet ve yargı sisteminde de kendini gösteriyor; benim Savcım, benim Hâkimim, benim Mahkemem yapılanmasına gidiliyor. Olağanüstü mahkemeleri ve yargılama usulünü beğenmeyenler, tamamen iktidara bağlanmış gibi hareket eden özel yetkili mahkemeleri ön plâna çıkarıyorlar. Yargı sistemi de, iktidarın istekleri ve değişim uğruna şekillendirilmek isteniyor…
Uluslar arası ilişkiler allak bullak olmuş, komşuluk ilişlileri sıfırlanmış, çevresel anti-Türkiye çemberi yaratılmış, Türkiye’nin bölgesel ve Uluslararası etkinliği tartışılır hale getirilmiştir…
Sağlık ve Eğitim sistemi tahmini zor bir meçhule doğru yönlendirilmekte, Devlet varlığının temel görevi olan bu iki hizmet dalı, ekonomik göstergelerin kâr zarar mantığı içinde değerlendirilerek, Devletin sırtında bir yük kabul edilerek, yükten kurtulma eğilimi ağır basmaktadır…
Tarım ve Hayvancılık çökertilmiş, tarım ülkesi olan Türkiye sarımsak-Soğana, ağız tadıyla yenilebilecek bir dilim ete muhtaç duruma getirilmiştir. Gıda üretimi ve yeterliliği, bir ülkenin varlığını sürdürmesinin temel koşulu görmezden gelinmektedir…
Savunma sistemimizdeki gelişen kadrosal olaylar, Polis teşkilâtı ve Bürokrasideki yapılanma ise evlere şenlik. Benim Askerim, benim Polisim, benim Memurum zihniyeti toplumdaki kamplaşmaya, ayrışmaya, zıtlaşmayı körükleyen verimli bir vasat yaramakta, toplumdaki her türlü güvensizliği olduğundan daha sert bir ortama çekmektedir…
Siyasal sistem, bazı kişilerin siyasi ikbali doğrultusunda şekillendirilmek için tam bir oyun alanına çevrilmiş, toplumsal amaçlar ve toplumun siyasetten beklentileri göz ardı edilmiş gibidir. Tarih, siyasi ihtiraslarını gemleyemeyen kişi ve grupların hüsranları ile dolu olduğu unutulmuş gibidir…
Daha da öte; inanç yapımız bile değiştirilmek istenmekte, tekli bir inancı egemen kılmak için büyük gayretler gösterilmektedir. Tekli bir inancın da bir nevi diktatörlük işlevine dönüşebileceği bilinmezden gelinmektedir…
‘Değişim’ kelimesi kulağa hoş geliyor. Toplumda değişim elbette gereklidir. Ancak Değişim, içinde güzellikler taşıdığı gibi, melânetler de taşıyabilir. Nereye doğru bir değişim? İleriye mi? Geriye mi? Günümüz Türkiye’sinin yaşadığı açmaz ve paradoks burada gizli…
Değişim her zaman iyi sonuçlar vermeyebilir. Özellikle, egemen Siyaset kadroları niyet ve amaç karmaşası yaşıyor, toplumsal hakları yeterince kavrayamıyorsa… Demokrasiyi, birey ve toplum özgürlüklerinin ne olduğuna pek dikkat etmiyorsa… Demokrasiyi sadece seçilmek ve çoğunluğu elde etmekten ibaret sayıyorsa… İlkçağa, Ortaçağa ait bazı kültleri günümüzde egemen kılmak istiyorsa; “Değişim” topluma yarar değil zarar verecektir. Çünkü İnsan, zaman zaman tökezlese de, hep öne bakar ve ileri yürür…
Kimi siyasi kadroların Histeriye dönüşmüş Değişim istekleri, toplumun zihnini ve önünü aydınlatıp açabileceği gibi, çağa ve bilime ters değişim uygulamaları, bireyleri de, toplumu da bozabilir. Geriye dönük değişim bireysel ve toplumsal Atrofiye, Anomaliye dönüşebilir, toplumsal hafıza kaybına neden olabilir. Toplumsal zekânın, belleğin, bilincin, algının ve hareketlerin bozulmasına neden olabilir…
Yaşadıklarımızdan ve kimi uygulamalarından görüyoruz ki; AKP iktidarının değişim talebi ileriye değil, geriye dönük bir taleptir. Bu uygulamalar, toplumda değişim yerine ‘Başkalaşıma’ amacı taşımaktadır. Bu gidişle siyasi ve sosyal geleceğimiz ‘Zombi’ye’ dönüşebilir…
Değişim İlerici, Devrimci ve halkın aydınlık geleceğini sigortalıyorsa; Evet!
Geriye dönük bir değişim, yurttaşın isyanının haklılığını belgeler…
HER YANINI BÖCÜK SARMIŞ MEMLEKETİMİN
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@Hotmail.com
Ahmet Arif “İÇERDE” adlı şiirinde, hapishane duvarlarındaki taşlarla yaptığı ‘lirik söyleşiyi ‘ şöyle bitiriyor:
“Haberin var mı taş duvar
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”.
Ülkesinde bir hapishanede olmasına rağmen vatan hasreti çeken birinin, gözüyle görmese de, özlemlerini, duygularında hissettiği gibi dillendirmesidir Ahmet Arif’in ‘Duvar’ söyleşisi…
Ahmet Arif soruyor: “Haberin var mı taş duvar? Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”. Günümüzde binlerce insanımızın sorduğu ve cevap alamadığı gibi…
Usta sanatçı Rahmi Saltuk’un, o tok sesi ve sazının ruhlara insan özlü bir sevda duygusu gibi akıtıp kazıdığı bu kelimelerin anlamı ve değeri günümüzde daha da artıyor…
Her iki ustanın da sevdası insandır, bu yurdun topraklarıdır, yaratılmış ve yaratılacak güzelliklerdir, aydınlık bir ülke ve sevgi ile yoğrulmuş bir toplum geleceğidir…
Ama o güzel insanların dilekleri yerine gelmiyor, dağlarına bahar gelmiyor, çiçekler açmıyor bir türlü…
Bu ülke insanları, her anı, her tarafı çiçek kokulu baharı beklerken, etrafımızı, kimliğini bilemediğimiz böcekler sardı. Ne yazık ki; her ferdinin kaşıntıya tutulduğu bu ülkede, yönetenler daha fazla kaşınır oldular. Başları biraz sıkışınca, kimi konularda kendilerini çözümsüz gördükçe, kaşıntıları daha da artıyor, kurtulmak içinde birilerinin bedavadan sırtlarını kaşımasını bekliyorlar…
Yönetenlerimiz alimallah cin gibiler. Birilerini yutmayı akıllarına koydularsa, kendileri de etrafa böcek salmaktan hiç çekinmiyorlar, toplumda yaratacağı kuşkuyu, korkuyu ve güvensizliği düşünmüyorlar…
Böcek oyunu can sıkmaya başladı artık. Böcek bahane ve korkusundan Türkiye’de kurumlar tarumar oldu, binlerce insan zindanlarda çürütülüyor, binlerce aile çile çekiyor, acı çekiyor… Hukuk alt üst olmuş, mahkemeler güvenilirliğini yitirmiş, adil yargılama ilkesi çöpe atılmış durumda… Savcılar Cumhuriyet Savcılığından Hükümet memurluğuna atanmış, mahkemeler adeta özelleştirilmiş gibi bir kanı oluşuyor toplumda. Devletin ve ülkenin temel dayanağı olan, Anayasanın “TC. Sosyal bir Hukuk Devletidir” ilkesi neredeyse tamamen yıkılmak üzere…
İktidar varlığını korku üzerine oturtmuş gibi. Cumhurbaşkanı, genelkurmay Başkanı, Ordu komutanları, Üniversiteler, Valiler, Emniyet Mensupları, hatta MİT mensupları bile dinlenme korkusuna kapılmış, davranışları ürkekleşmiştir. Yaratılan canavar o kadar büyümüştür ki; yaratanlar bile korkuya kapılmışlardır. Buna rağmen, yetki kullananların bir kısmı, neredeyse bir asır önceki eski defterleri karıştırarak, ortalığa böcek salmaktan geri kalmıyorlar… Böcekleri sadece masa altlarında aramayın. Kamu kurumlarının her yanı böcek istilâsına uğramış durumda…
Yaratılan korku ortamında, Başbakan kimi söylem ve eylemleri ile korku ortamını her gün daha da genişletiyor. Son öğrenci protestolarında öğrencilere karşı aşırı güç kullanan Polisler için, Başbakan “Polislerimiz görevlerini yapmışlardır, onları kutluyorum” diyerek kaba güç kullanımını meşrulaştırma yoluna girmiştir…
Başbakan “Eleştiri gücünü şiddetten almamalı” demiştir ki; doğru bir ifadedir. Böyle bir nasihatte bulunan Başbakan’a bizim de bir sorumuz var: Eleştiri, gücünü şiddette almamalı da, iktidar gücünü şiddetten, şantajdan, tehditten mi almalı? Cevaplanması gereken bir sorudur bu!
Başbakan’da dinlendiğini söylüyor. Şikâyet Başbakan’ın hakkı değil; O’nun görevi gereğini yerine getirmektir. Geçmişte birileri, kendisine suikast yapılacağını söyleyerek ortalığı vaveylaya vermişti. Olay asılsız çıktığına göre, acaba birilerinin yüzü kızardı mı bilmiyoruz. Başbakan Böcek olayının sonunu mutlaka getirmelidir. Olayı akışına bırakırsa, ya parti arkadaşı gibi yalancı durumuna düşer, ya da iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkarsa zorda kalabilir. Olayın üzerine ciddiyetle gitmezse dinleme olaylarına meşruiyet kazandırır…
Ruhun şad, ebedi dünyan aydınlık olsun Ahmet Arif. Hâlâ memleketinin bahar gelmiş dağlarının hasretini çekiyor musun, bilemem. Çekiyorsan fazla hayale kapılma. O, özlediğin dağlara bahar gelmedi… Ama her yanını böcük sardı memleketimizin¸hem de kapkara böcükler!
“ŞİMDİ O MEBUS DEDİLER”!
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Yazının başlığı, üstat Neyzen TEVFİK’İN “Kime sordumsa seni” adlı dörtlüğünün bitiriş kelimeleridir. Dörtlük: sosyal, siyasi, ahlâki ve toplumsal kırgınlığın, kızgınlığın, aldatılmışlığın tepkisidir, eleştirisidir… Üstat, toplum yaşamındaki olumsuzluklara karşı dile getirdiği taşlamaları ile ünlüdür; bu dörtlüğü de o taşlamalarından biridir.
Belli ki, Neyzen Tevfik kimi uygulama ve gelişmelerden rahatsız olmuş ki; bu dörtlüğü yazmak zorunda kalmış. Aradan geçen 60-70 yıla rağmen değişen elle tutulur bir şey olmadığına üzülerek tanıklık ediyoruz ve bu günlerde yine Milletvekillerimiz ile ilgili tartışmaların içinde buluyoruz kendimizi…
Milletvekillerimiz ülkenin can alıcı sorunlarıyla yeteri kadar ilgilenmezler de, şahsi ikballerine dönük eften püften ve özellikle maddesel sorunlarını gündemin başına neden taşırlar? Kendilerine kimi ayrıcalıkların sağlanması doğrultusunda neden zaman harcarlar? Günlük kişisel yaşamlarında neden dokunulmaz kılınırlar?
Milletvekili dokunulmazlığı, uzun yıllardır tartışma alanlarımızın başındaki konulardan biridir. Hiçbir Demokraside bizdeki gibi, Milletvekillerine hayatın tüm alanlarını kapsayan ‘dokunulmazlık’ hakkı verilmemiştir. Kürsü dokunulmazlığı Milletvekilinin mutlak elinde olması gereken en temel hakkıdır ve asla dokunulmamalıdır… Ama ötesi!
Ülkemizde dokunulmazlık hakkı yanlış kullanılmaktadır. Milletvekillerimiz yarı tanrılar gibi bir koruma zırhı ile güvenceye alınmışlar, işleyebileceği her türlü suçtan adeta azade kılınmışlardır. Nasıl olur ve hangi mantık yürütülür de, görevi kötüye kullanmak, yolsuzluk, kalpazanlık, kaçakçılık, rüşvet, teröre destek, trafik ihlâli ve daha bir sürü ahlâki ve yüz kızartıcı suç yargıdan vareste tutulur! Böyle bir durum, bizim toplumsal bakış açımızın ne kadar akıl dışı, hukuk dışı olduğunun göstergesidir. Birilerine böyle bir hukuk dışılığı, ayrıcalığı kabullenip hak olarak tanıyorsak, olumsuzluklar ve haksızlıklar karşısında bırakın tepkiyi, sızlanma hakkımızı bile elimizle birilerine teslim ediyoruz demektir…
Milletvekillerimiz sınırsız ayrıcalıklarının yanında bazı ekonomik ayrıcalıklara da sahipler. Asgari ücretin 15-20 kat oranındaki ücretleri yetmemiş olacak ki; kimi mal varlıkları ve bazı işlerden aldıkları ücretlerinin beyan dışına çıkarılması için çalışılmaktalar. Böyle bir ücretlendirmeyi hizmet anlayışıyla açıklamak mümkün olmadığı gibi, hukukla bağdaştırmak, Anayasal eşitlikle izah etmek ve vicdanlara sığdırmak da mümkün değildir…
Ayrıcalıklı Milletvekillerimize ne yüksek maaş, ne kıyak emeklilik, ne de çok geniş sosyal haklar ve değişik dokunulmazlıklar da yetmiyor, alacakları hediyenin sınırını genişletmeye çalışıyorlar. İş kotarılırsa, şimdiye kadar çok zorlandığımız Milletvekillerimize verebileceğimiz hediye paketinin(!) değeri konusunda rahatlamış durumdayız. Artık 12 bin liralık hediyelerimizi gönül rahatlığı ile vekillerin hediye kutularına bırakıp, yurttaşlık görevimizi yapmanın mutluluğuna erişebiliriz…
Şu açık bir gerçek ki; bu talep ve uygulama hayat bulursa, Milletvekillerinin seçmenlerden rüşvet almaları yasallaşmış olacak. 680 lira aylık ücretin olduğu bir ülkede, kim kime 12 bin liralık hediye verir? Yurttaş Milletvekiline veya görevliye niçin hediye versin? Beyler, beyefendiler: lütfen minareye kılıf bulmaya çalışmayın!
Dünya’da, görevi suiistimal edenlerin, yolsuzluk yapanların, kalpazanlık yapanların, kaçakçılık yapanların, yüz kızartıcı suç işleyenlerin, rüşvet alanların, trafik ihlâli yapanların, adam dövenlerin, teröristlere destek verip kucaklaşanların ödüllendirildiği, korunmaya alındığı bir ülke gören veya duyan var mı? Siz belki duymamış, görmemiş olabilirsiniz, ama böyle bir ülke var. Neresi mi? Bizim ülkemiz, Türkiye!
Özdemir Asaf diyor ki; “Bütün renkler aynı hızla kirlendi, birinciliği beyaza verdiler”. Bu gidişle toplumsal kirlenmemiz için, “bütün toplum katmanları ve görevliler aynı hızla kirlendi, birinciliği Parlamenterlere verdiler” diye tarihe not düşülürse hiç şaşmayalım!
Ey sahte Demokrasi: sen nelere kadirsin!
DELİK TAPU
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
İnsan ve toplum yaşamında zaman, çok fonksiyonlu bir Akademi gibi, Atölye gibi, bilge bir Öğretmen gibi öğretici ve yönlendirici rol oynuyor. İnsan ve toplumlar, tanık oldukları veya bizzat kurgulayıp müdahil oldukları olumlu-olumsuz gelişmelerden, çoğu kez zararlı çıkıp üzülse de çok şeyler öğreniyor…
Arap Baharı adı altında Ortadoğu ve Akdeniz İslâm ülkelerinde çıkartılan karmaşa ve iç kırışmalar boşuna değil. Anadolu da bir söz vardır; “Karga Camış’ı (Manda) boşuna bitlemez” derler. Karganın derdi, Mandanın sırtındaki böcekleri ayıklamak değil, o böceklerle karnını doyurmaktır…
Arap Baharı denen kalkışmaları da kurgulayıp, halkları yönetenlere ve birbirlerine karşı kışkırtanların derdi, Arap dünyasının özgürleşmesi, Demokratikleşmesi ve Hukuk Devletlerine dönüşmesi değil, bu ülkelerin zenginliklerinin talan edilmesi, yağmalanması isteğidir…
Arap kırışmasının bir parçası olan Suriye’deki iç savaş Türkiye’yi oldukça rahatsız etti. Suriye’ deki gelişmeler ve farklı cepheleşmeler, Siyasi, Askeri ve strateji akıldanelerimizin hesabında olmayan gelişmelere neden oldu; Türkiye’ye karşı farklı cepheler oluştu. Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmeyen sorun, yanlış politika ve uygulamalar sebebiyle doğrudan ilgilendirir duruma geldi. Bu konuda Dışişleri Bakanı (Bakamayanı) Davutoğlu ve Başbakan Erdoğan’ın yanlış algı ve uygulamaları, Türkiye’yi Suriye sorununun tam göbeğine çekti. Canımızı yakacak gibi görünen bu sorundan, Suriye dışında en çok zararı görecek ülkenin Türkiye olacağını söylemek, bilmişlik ve falcılık olmaz…
Başkaları adına Suriye’deki iç çatışmada keskin taraflardan biri olan Türkiye, ummadığı tehlikelere açık olduğu gerçeğini görünce, silâhlanma telâşına düştü ve NATO’dan PATRİOT füzesi talebinde bulundu. Nükleer başlık taşıyan Balistik Füzelere karşı kullanmayı düşündüğü bu füzeleri, silâh dökümünde bulunduran üç NATO ülkesi ABD-ALMANYA ve HOLLANDA fırsatı kaçırmadılar ve Türkiye’nin bu talebinin NATO tarafından yerine getirilmesi doğrultusunda girişimlerini yoğunlaştırdılar. Her devir sömürgeci idealler taşıyan bu ülkeler için böyle yağlı ballı bir fırsat kaçırılmazdı ve kaçırmadılar elbette…
Şimdi bu füzelerin sayısının ne olacağı, nereye ne kadar yerleştirileceği, kumandanın kimde olacağı (bizde olamayacağı kesin), nereye yönlendirileceği, ne kadar süre kalacağı tartışılıyor. Tartışılmayan tek şey, maliyetinin ne kadar olacağı ve kim tarafından (biz ne güne duruyoruz)karşılanacağıdır…
Suriye’ye müdahil olmakla, sınırlarına füze yerleştirmekle, Türkiye komşularının tümü ile köprüleri atmış oluyor. Etrafında kendi eli ile düşman çemberi örüyor ve bölgede güvenilirliğini yitirirken, kendi yalnızlığını da yaratıyor…
Konumu itibariyle Dünya barışı için en fazla çaba göstermesi gereken Türkiye, dönem dönem farklılaşarak yaratılan düşmanlarla baş edebilmek için silâhlanma yarışına giriyor ve halkının refahı için harcayacağı artı değerleri, Uluslar arası silâh tekellerinin cebine aktarıyor. Soğuk Savaş dönemindeki silâhlanma konusunda geçmişten aktarılan bir hikâyeciği yinelemekte yarar var; bir Sovyet yetkilisi ile bir Türk yetkilisinin diyalogunda, Sovyet yetkilisi Türk yetkilisine: “Değerli dostum, etrafınızdaki komşularınıza karşı silâhlanıyorsanız, bu silâhlar çok fazla, şayet bize karşı silâhlanıyorsanız, bu silâhlar pek bir şey ifade etmez” diyerek, Türkiye’nin silâhlanma isteğini eleştirir… Şimdi geldiğimiz noktada, bu füzeler Suriye’ye karşı konuşlandırılıyorsa vay bizim halimize… Yeni yeni düşmanlar yaratmadan öte bir fayda sağlamayacağını gören varsa lütfen yetkililere iletsin ve halkımızı aydınlatsın!
Patriot talep ederken Başbakanın ağzından çıkan bir cümle, bizi yönetenlerin Devlet, Ulus, Bağımsızlık ve Özgürlük konusundaki algılarını gözle önüne seriyor. Ne diyor Başbakan? “Türkiye aynı zamanda NATO toprağıdır”. Demek ki bizim tapuların mühürleri patatestenmiş, tapular sahte imiş! Meğer Anadolu Coğrafyası NATO’nun malı imiş!
Tapu konusunda, sağ siyasetin ağa babası ve bu günkü neyin temsilcisi olduğu, bu ülkenin geleceği ilgili ne düşündükleri pek belli olmayan, Hukuk ve İnsan hakları ile pek ilgileri olmayan siyasetçileri yetiştiren Süleyman Demirel’den bir hikâyecik anlatalım. Demirel’in Başbakanlığı döneminde Meclise ‘servetin vergilendirilmesi’ hakkında bir önerge verilir. Demirel önergeye karşı çıkar ve “Tapuyu deldirtmem” diyerek, önergenin reddedilmesini sağlar. Demirel tapunun delinmesini istemez, ama siyasetteki çırağı bu topraklara NATO’yu ortak eder!
Yıllarca bu halkın kafasına vura vura telkin ettiler, “KADERE İNANIN”. İnandık ve her şeyin kader olduğunu düşünerek ‘cep delik, cepken delik’ hatta ‘donumuzun ağı delik’ yaşadık yoksulluğumuza isyan etmeden. Meğer atalarımızdan kalan tapularımız da delikmiş!
ORTADOĞU’DA BARIŞ OLUR MU?
abdaydin42@hotmail.com
Kanla, acıyla, savaşla, kavgayla özdeşleşmiş, herkesin tırmıkladığı, yağmadan parça koparmaya çalıştığı acılı bir coğrafyadır Ortadoğu…
Ortadoğu’da öfke, nefret, kin, düşmanlık, çıkar, sömürü sarmalanıp, yaldızlı sofralarda Dünya’ya ve Ortadoğu coğrafyasına sunulmakta hatta satılmaktadır…
Yüzyıllardır kendi olamayan, bir türlü benliğini, kişiliğini bulamayan Ortadoğu, çeşitli bahaneler üretilerek saldırı altında tutulmuş, ‘düşmanlık’, ‘acı’, ‘korku’ ve‘ölüm’ üretme konusunda pek zorluk çekmemiştir… Bu olumsuz üretkenlik Ortadoğu coğrafyası ile sınırlı kalmamış, tüm İslâm coğrafyasını içine almıştır ve aynı üretkenlik günümüzde de artarak sürmekte ve sürdürülmektedir…
Ortadoğu tarihini belirleyen dört ana unsur dikkat çekmektedir. Dinler, Toprak ve yer altı zenginlikleri (özellikle Petrol), Su ve Siyasal, toplumsal yapı… Her dört unsurun da bu bölgede reddedilemez belirleyiciliği vardır ve her an çatışma nedeni olabilirler…
Tarih boyu, Ortadoğu’nun en temel ihraç ürünü ‘Din’ler olmuştur ve Ortadoğu toplumları dinleri hayatlarının tüm alanlarına katarak yaşamlarına hükmetmesini sağlamışlardır; dolayısıyla, güçlü kılınan dinsel ‘değerler dizisi’ (paradigmalar) kemikleşmiş toplumların ve yaşam biçimlerinin oluşmasına neden olmuştur…
Dünya’da Cennet, Cehennem, Hayır, Şer, Günah, Sevap terminolojilerinin en çok konuşulduğu yer Ortadoğu’dur. Bölge halkları Dinsel öğretilerin Cehennemini yaşarlarken, Cennet yollarını bir türlü bulamamaktadırlar…
Dinler, Ortadoğu’nun Siyasi ve Sosyal şekillenmesinin ana unsuru (Öznesi) olmuş, bütün iktidar ve güç sahipleri dinleri siyaset ve çıkarlarında ilk eleman olarak kullanmışlardır ve günümüzde de kullanmaktadırlar…
Dinler Ortadoğu’da birleştirici oldukları gibi, tarihi süreçte kışkırtıcı, ayrıştırıcı ve düşmanlaştırıcı bir rol üstlendikleri de yaşadığımız gerçeklerdendir. Kimileri de olumsuz eylemlerini dine dayandırmaktadırlar. Din, Mezhep, Tarikat, Irk etnisitesinin çokluğu da bölgedeki karmaşanın bir başka nedeni olarak görünmektedir…
Bu kadar çeşitli menfi elemanın sosyal ve siyasal yaşam içinde olduğu bölgede, inançlar bahane edilerek sürekli kavganın içinde olmak, insanlığın barış içinde yaşamalarına Dinlerin yapacağı katkıyı önlemekte, barışa verilecek müspet cevabın önünü kesmektedir…
Özellikle, Osmanlı’nın dağılmasından sonra bölgedeki toprak sorunu adeta çözümsüzlüğün içine düşmüştür. Egemen güçlerin cetvelle çizdiği, hiçbir siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik gerçekleri dikkate almadan, emrivaki şeklinde sınır belirlemeleri ve kabul ettirmeleri, sonu gelmez çatışmaların da en belirleyici ve kalıcı temeli olmuştur…
İsrail, Tanrı tarafından kendilerine vaat edildiğine inanıp iddia ettikleri ve kutsal saydıkları topraklarla olan gönül bağları sıkı bir sarmal halindedir. Ortadoğu’nun çok büyük bölümünü kapsayan bu topraklara sahip olmak için her türlü kavgayı göze alabilecek ruhsal, askeri ve sosyal yapılanmayı hep hazır tutmaktadır. Hayallerindeki toprakları “Ulusal Miras” olarak adlandırıp, sahip olmak istemektedirler. Bu istek bölgede huzursuzluğun, güvensizliğin ve savaşın sürekliliğine neden olmaktadır…
Dünya’da en fazla Misyonerlik faaliyetlerinin olduğu bölge Ortadoğu’dur. Bu faaliyetlerde ticaretle adeta iç içe çalışmaktadır. Bazı Hıristiyan mezhepleri ve tarikatları ‘Müslümanların Ortadoğu’dan çıkarılmasını’ felsefe olarak benimsemekte ve özlemlemektedirler…
Kimilerinin allandırıp pullandırıp gözümüze soktuğu ve kabul ettirmeye çalıştığı BOP (Büyük Ortadoğu Projesi), bölgede yaşayan halklar aleyhine geliştirilmek istenen ve siyaseten toprakların yeniden şekillendirmesi projesidir. Bölge halklarının hiçbir etki ve talebi olmadan ortaya atılan bu projede Türkiye nerede duruyor, oynadığı rol nedir ve rolün etkisi ne olacaktır? Kimilerine göre “Bizim Topraklarımız” dedikleri bu bölgede oynanan oyunun sonunda Türkiye ne bekliyor, hangi faturayı göze alıyor, kazanımları ne olacaktır? Yoksa birilerinin hayal ve gelecek taleplerinin taşeronluğuna mı soyunuyor? Bu bilinmezlikler de bölgede kimi huzursuzluklara kaynaklık ediyor ve barışın üstüne koyu bulutlar sürüyor…
Ortadoğu’nun en büyük zenginliği, zenginliği olduğu kadar da en büyük derdi Petrol’dür. Günümüz dünyasının ihtiyaç duyulan ve insanlığın yaşamında adeta belirleyici ve yönlendirici olan petrol, son yüzyılın en büyük huzursuzluk ve kavga nedenidir. Halkların değil, Uluslararası Tekellerin ve onların işbirlikçisi yerli Feodallerin elinde olan Petrol, ne yazık ki bölge halkının refahına yeterince yarar sağlamıyor. Zamanımızın yaşam kaynaklarından biri olan Petrol oyununda oyuncu sayısı oldukça fazladır. Bu oyuncuların kendi içlerindeki anlaşmazlıkları bile, bölgenin her gün biraz daha barışa uzak kalmasının nedenlerinden sadece biridir. Bölgenin halkı Petrolün sahibi olmadıkça, her damlası barışı kirletmeye devam edecektir…
Türkiye ve bölge ‘su zengini mi?’ Evet diyemiyoruz. Ülkemizde kişi başı 2000 metreküp su düşerken, su zenginliği kişi başına 10000 metreküp olarak değerlendirilmektedir.
Dicle ve Fırat Türkiye, Suriye ve Irak için refah getirecek kaynaklar olabileceği gibi, bitmeyecek mücadele ve karşıtlıkların da kaynağı olabilir… Kimi varsayımlara göre, gelecekte susuz kalma ihtimali olan Irak ve Suriye’nin Türkiye’deki barajları tahrip etme doğrultusunda çeşitli saldırılarda bulunabilecekleri çeşitli çevrelerce öngörülmektedir…
PKK’nın ortaya çıkış nedeni, ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail’in perde arkasından Irak ve Suriye’yi desteklemeleri, Ortadoğu’daki gelecek su ve kimilerine göre de toprak ihtiyaçlarından kaynaklandığı da düşünülmekte ve iddia edilmektedir…
AB İlerleme Raporundaki ‘Dicle ve Fırat sularının Uluslar arası bir Komisyona bırakılması’ notu, Ortadoğu’daki su sorununa kimlerin müdahil olabileceğinin açık göstergesidir... İsrail’in Golan tepeleri konusundaki ısrarı, toprak talebin in yanında, bölgedeki su kaynaklarını ele geçirme isteğidir. Golan Tepelerinin su zenginliği, Suriye, Lübnan ve Filistin’i de doğrudan etkilemektedir ve bu ülkeler için hayati önem taşımaktadır…
PKK aslında bir Kürt hareketi değil, Uluslararası Emperyalizmin Kürt görünümlü maşasıdır. Kışkırtılmış ‘Büyük Kürdistan’ hayalleri, bölgedeki dört Devletin (Türkiye, İran, Irak, Suriye) temel varlıkları ortadan kalkmadan gerçekleşmesi pek olası görünmüyor. Ama bölgedeki yer altı zenginlikleri var oldukça huzursuzluğun devam etmesi de kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımızda duruyor…
Bölgenin temel sorunlarından biri de Demokrasi, Hukuk ve İnsan hakları sorunudur. Bölgemizin hiçbir ülkesinde sayılan bu değerler yeterince gelişmemiş, kurumsal Devlet yapıları ve yönetimler halkların hizmetine sunulamamışlardır. Bölgenin kimi yörelerinde oldukça kapalı yönetimler altında Despotizmin egemenliği sürmekte ve barışın önünde bariyerler oluşturmaktadır…
Saydıklarımız, bölge barışı önündeki engellerin küçük bir parçasıdır. Eğitim sorununun başlı başına engeller oluşturduğu bölgede “Barışın” nasıl temin edileceği sorusuna cevap bulmak oldukça güçtür. Emperyal kışkırtmaya açık olan bölge halklarının göstereceği bağımsızlık, cesaret, özveri, güven, İnsan hakları ve hukuk istemleri, bölgede barışa giden yolda kapıyı aralamanın en büyük hamlesi olabilir…
Bölge bu haliyle insani bir yaşama ulaşamayacağına göre; arayışlar da devam ediyor ve bir gün mutlaka iyinin ve doğrunun bulunabileceği duygusu daha da kabarıyor. Karamsarlığa yer bırakılmamalıdır. İnsanlığın sağduyusundan kuşkulanmaya, şüphe etmeye hakkımız olmadığını da belirtmek isterim…
NOT: Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yurtdışı gezisinin 10 Kasım öncesine getirilmesini ve bir başka ülke ziyareti bahanesiyle Atatürk’ü anma törenlerine katılmayışını, şu, barış arayışında olduğumuz günlerde anlamlı ve manidar buluyorum!!!
KANAYAN TOPRAKLARIN GÖZYAŞI
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Dünya’da başka bir toprak parçası yoktur ki; Anadolu kadar kanla, gözyaşı ile yoğrulmuş olsun… Her karışına düşecek kadar can alınmış, can verilmiş, gözyaşı kanla karışık akar olmuştur bu topraklarda…
Tarihi belgeler, bulgular ve bilgiler, Anadolu Coğrafyasının bu kadar kanlı mücadeleye ve el değişimine uğramasının nedenlerini açıklıyor. Belgelere göre; Dünyamız Coğrafyasında, bu kadar çeşitli kültürün gelip geçtiği ve el değiştirdiği bir başka toprak parçası yok. Anadolu toprakları, Dünya kültürlerinin yarıştığı, en güçlü orduların savaştığı ve herkesin sahip olmak istediği bir arena gibi adeta. Ayrıca, dört yöne işleyen ve yol veren bir Dünya köprüsü işlevi görür bir konumda… Dünya kilidini üzerinde taşıyan bir kapı gibidir Anadolu…
Bu topraklardan kimler geldi, kimler geçti; kimler kan ve gözyaşı döktü, canlar verdi, canlar aldı bu topraklar için…
Tarihi bilgi ve belgelere göre kimler yaşamadı ki bu topraklarda;
Dünya’da başkalarıyla yapılmış yazılı ilk antlaşmayı yapan HİTİT’ler (Hattiler),
FRİGYA’lılar,
Matematik’de Tales’i, Pisagor’u, Tarih’de Heredot’u, Tıp biliminde Hipokrat’ı, Felsefe’de Diyogen’i ve yazı hayatında İlyada ve Odesa destanını yazan Homeros’u yetiştiren İYONYA’lılar,
Madencilik, kale ve su kanalı yapımında ustalaşan URARTU’lar,
PERS’ler,
İSKENDER İmparatorluğu, arkasından kurulan BİTİNYA Krallığı, PONTUS Krallığı, Parşömen kâğıdın mucidi BERGAMA Krallığı,
Günümüz Avrupa Hukukunun temellerini atan ROMA İmparatorluğu,
Roma’nın bölünmesiyle oluşan BİZANS (Doğu Roma) Krallığı,
Kurumsal bir yapı oluşturamasalar da ERMENİ’ler.
Ve 800-900 lü yıllardan itibaren Anadolu hâkimiyetini ele geçiren TÜRKLER (Selçuklular, Anadolu Beylikleri, Osmanlı İmparatorluğu ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ. ( TÜRK’ler, KÜRT’ler, ÇERKEZ’ler, GÜRCÜ’ler, ARAP’lar ve diğer küçük etnik gruplar) yaşadı ve yaşıyor bu topraklarda…
Anadolu, kendi yerleşikleri dışında da, tarih boyu dış müdahale ve etkilere de açık olmuştur. SÜMER’ler, AKAD’lar, ELAM’lılar, BABİL’liler, ASUR’lular, FENİKE’liler ve Truva Savaşlarının dış tarafı olan MİLEN’ler (Akalar) eski tarihte Anadolu toprakları ilgilenen ve bu topraklarda kan ve gözyaşına sebep olan unsurlardır…
Anadolu toprakları üzerinde oynanan tarih oyunu günümüzde de devam ediyor. Bu oyunda geçmişten daha fazla aktör var, iştirakçi var…
Son otuz yıldır yaşadığımız terör Türkiye’nin kanını emen vampir gibi. Bizlere ve Dünya’ya gösterildiği gibi, etnik bir karşı duruştan ziyade, Kürt hareketi olmaktan ziyade, ABD ve emperyalist sömürge oyununun bir başka sürümüdür. Kuzey Irak’taki petrol paylaşımı bunun en net örneğidir…
Seksenli yıllarda Ermeni terörü ile Türkiye üzerinde başlatılan bu oyun, PKK terörü, Irak’ın parçalanması ve Suriye’nin parçalanması çalışmaları ile devam ediyor. BOP çerçevesinde çizilen haritaların kaynağı ve şeklinin hangi mahfillerde kotarıldığı, hangi amaçları hedeflediği apaçık ortada ve gözlerimizin önünde duruyor…
Kafkaslardaki Ermeni kışkırtması ile hem Türkiye hem de Azerbaycan sıkıştırılıyor. Yakın gelecekte İran’daki etnik yapı üzerinde de bazı oyunlar ortaya konulacak, Azeri - Farisi çatışmasının yolları döşenecektir. Tıpkı Türkiye’deki Türk-Kürt çatışması yaratılmak istenmesi gibi…
‘Arap Baharı’ denen şey, Dünya insanlığının yaşadığı en büyük ve en iğrenç Siyasi, Askeri ve Ekonomik sahtekârlıklardan biridir. Ne yazık ki; Arap dünyasında bu sahtekârlığa yandaş olan, alet olan yerel yöneticiler, siyasetçiler ve gruplar var. Maalesef, iktidar uğruna bizde de yandaşlar, maşalık yapanlar var…
Arap Baharının, bizim için düşünebileceğimiz en kötü sonucu doğurması ihtimal dâhilindedir. Türkiye, Etnik ve mezhepsel farklılıkları bahane ederek kışkırttıkları terör ve şiddet ortamı ile Anadolu insanını kavga ettiremeyen güçler tarafından, Ortadoğu karmaşasının içine çekilip, savaşın tarafı yapılmaya ve küçültülmesi, parçalanması doğrultuda çabalar veriliyor, politik ve askeri çalışmalar yapılıyor, haritalar çizilip ön hazırlıklar yapılıyor…
Tarih boyu kan ve Gözyaşı ile yoğrulmuş, milyonlarca insanını savaşlarda yitirmiş Anadolu toprağı, son kırk yıldır yeniden kanamaya ve gözyaşı akıtmaya başladı… Hıçkırıklar boğazda düğümlenirken, ağıtlar yürekleri yakar oldu… Anadolu ve Türkiye, karmaşa, şiddet, korku ve güvensizlik içinde insanlarını yitirirken, geleceğini de yitirmenin korkusu ve güvensizliği içine itildi…
Tarih boyu, çeşitli tehlikelerden başarılı sonuçlarla çıkan bu toprağın insanları, içinde bulunduğumuz zor ve tehlikeli durumdan da alnının akı ile çıkacak güç ve birikime sahiptir. Toplumun beklediği tek şey, yönetenlerce doğru bilgilendirilmesi, ülke menfaatlerinin korunması ve birtakım kişisel ve grupsal çıkar ve ikbal uğruna ihanete uğramamasıdır…
Bu toprakların, daha fazla kan ve gözyaşı akıtmaya tahammülünün kalmadığı, bazı ahmaklarca da artık anlaşılmalıdır…
TEYYO EMMİ SİYASETİ
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin42@hotmail.com
Teyyo Emmi; diğer adıyla Teyyo Pehlivan kim? Anadolu’da, uzun kış gecelerinin aranan tiplerinden ve çoğu köy ve kasabada da rastlayabileceğimiz güldürü ustalarından biridir diyebiliriz.
Erzurum Pasinler ilçesi doğumlu olup, 1913-1999 yılları arasında yaşamış. Ülkemizdeki Tarihsel ve kültürel çoğu değerin gizli kaldığı gibi, Teyyo Emmi de uzun yıllar yöresel kalmıştır. Görsel yayın organlarının yaygınlaşması ile ekranlardan da olsa, güldürü ve zihinsel haz dünyamıza giren Teyyo Emmi’yi böylece tanıdık.
Güldürdüğü kadar masum olmayıp, oldukça hazırcevap, yalancı, palavracı ve hayal dünyasında yaşayan biridir. Ancak yalancılığı ve palavrası karşı tarafa zarar verici unsurlar taşımaz; yalan olduğu bilinmesine rağmen, haz içindeki duygularla dinlenir…
Teyyo Emmi:
Açıyor telefonu ABD Başkanına ve basıyor fırçayı. Derhal Afganistan’dan, Irak’tan askerlerinin çekilmesini ve yıkılan ülkelerin onarılmasını istiyor. Çaresiz kalan ABD Başkanı ne yapsın; telefonda bile el etek öpmeye çalışıyor ve çaresiz kalıp, Teyyo Emmi’ye, “emrin baş üstüne” diyor…
Muhammed Ali, şaşaalı yıllarında dövüşecek boksör bulamıyor. Bunu duyan Teyyo Emmi, Muhammed Ali’ye rakip oluyor. Bir iki ısınma ve deneme raundundan sonra şimşek gibi yumruklar Muhammed Ali’nin yüzünde patladıkça sendeliyor ve ringde yalvararak bağışlanmasını istiyor. Teyyo Emmi’nin yüreği dayanmıyor ve Muhammed Ali’yi affederek maçı noktalıyor…
Ülke yönetiminde zorluk çeken Cumhurbaşkanına, Başbakana, Bakanlara telefonla akıl veriyor, yol gösteriyor, direktifler veriyor…
Ülkeye zarar vermeye çalışan bir alay düşman askerine karşı koyuyor ve hepsini saf dışı bırakıyor…
Düşen uçağı havada yakalayıp, yere sağ salim indiriyor, onlarca yolcunun hayatı kurtuluyor…
Havada kuşlarla, Denizde balıklarla, karada tazılarla yarışıyor…
Tek mermiyle havadaki yüz kuşu birden düşürüyor…
Beş altı pehlivanla birden güreşiyor ve hepsini yere seriyor…
Olimpiyatlarda, birkaç spor dalında rekor dayanmıyor, sayısız altın madalya kazanıyor…
Bıyık altından neden gülüyorsunuz; çok mu atıyor yoksa? Teyyo Emmi’de “ne yalan var ne de hilâf.”
Sayfalar dolusu dertle boğuşan ülkemizde, Teyyo Emmi gibi güldürü ustalarına siyaset sahnemizde bol bol rastlıyoruz. Onlar kimi zaman güldürüyorlar ama daha çok ağlatıyorlar… Bir güldürüp, beş ağlatsalar da, kendimize daha yakın hissettiğimiz, çoğu kez destek verdiğimiz için onlara Teyyo Dayı diyebiliriz…
Teyyo Dayılar anlatıyorlar:
Amerika Başkanının karşısında kaykılıp bacak bacak üstüne atıp oturdum ama bana hiçbir şey diyemedi. BOP Eş Başkanı olmam için bana yalvar yakar oldu. Bende ‘eski dosttur’ deyip, kabul ettim; sevinçten elimi ayağımı öpmeye kalkıştı… Ayıp olur diye elimi öptürmedim tabii ki…
İsrail Cumhurbaşkanı duysun diye, gazeteciye yüksek perdeden bir ‘van münit’ çektim ki görme. Döndüğümde İsrail Cumhurbaşkanı korkudan tir tir titriyordu… Korkak adamlardan hiç haz etmem; hemen toplantıyı terk ettim ve bir daha da gelmeyeceğimi söylediğimde ortalık toz duman oldu ve toplandı dağıldı gitti…
İktidara geldiğimizde, her köşe başında kaç tane dilenci vardı biliyor musunuz? Bilmiyorsunuz tabii. Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin: şimdi ülkemizde hiç dilenciye rastlıyor musunuz? Rastlayamazsınız; çünkü hepsini iş ve aş sahibi yaptık…
İktidara geldiğimizde işsizlikten kırılıyordu millet… İşverenlere, ‘herkes bir kişi alsın’ deyip postayı çekince, baktılar ki pabuç pahalı, hepsi sokaklardan işsiz topladılar. Bizde böylece memleketteki işsizlik sorununu çözmüş olduk…
Memlekette hiç hastalık kaldı mı? Okulsuz, Öğretmensiz öğrenci kaldı mı? İstediğin Doktora gidebilir, istediğin Okulda okuyabilirsin… Oralara ulaşmayı da kolaylaştırdık. Nasıl mı? Bizim partiye kaydol ve bir de oy vereceğine yemin et, yeter de artar bile…
Ekonomimiz o kadar büyüdü ki; İMF’ye bile para verir duruma geldik. Öbür Devlet Başkanlarına : ‘Paranız yoksa gelin istediğiniz kadar verelim’ diyorum. Ah zavallılar; boyunlarını büküp bize nasıl saygılı davranıyorlar, nasıl yaka ilikliyorlar; abi, abi diyerek etrafımda kul köle oluyorlar…
Şu muhalefet de ikide bir cart curt edip duruyor. Yahu senin okkan kaç dirhem? Senin çapın ne? Sen üç keçiyi bile güdemezsin be! Seni çok iyi tanıyor bu millet. Senin dedenin bıyığı Hitlerinkine benzemiyor muydu?..
‘Dört Mehmet öldü diye meclisi toplatmayız’ dedik, toplayabildiler mi, ‘marşı kesin, Cemaat Allahü Ekber diyecek’ dedik de kestirmedik mi?
Ben milli iradeyim! Uyutulmuş milletin yarısı benimle beraber. Höt diyorum döt diyor, zart diyorum zırt diyor! Ey muhalefet: sen de söyletsene bakiim…
İşte böyle anlatıyor Teyyo Dayılar masallarını!
Bir Ulusa yapılan en büyük kötülük, sanal bir dünya yaratıp insanları hayal denizinde yüzdürmek, kitleleri uyutup sorunlarını küllendirmek, çözümsüzlük ve çaresizliğe itmek, İnsanlık ayıbı bir yaşam düzenini cilalayarak şirin göstermek ve kendilerinin de ortak olduğu sömürü düzeninin devamını sağlamaktır…
Bizde de böyle birileri var mı acaba?
|
|
|
|
|
|
|
Sitemizi 210629 ziyaretçi (470138 klik) tıkladı
copyriht 2009
|
|
|
|
|
|
|
|