MEMLEKETE HOŞ GELDİNİZ

   
  Ordu Değişim Gazetesi
  Derya Dervişoğlu
 


 

HAYAT AĞACI

DERYA DERVİŞOĞLU yazdı...

Büyük tufanda Hz. Nuh peygamberin suların çekilip çekilmediğini anlamak istemesi üzerine saldığı beyaz güvercinin ağzında zeytin dalı ile dönmesinden bu yana, zeytin dalı evrensel barışın simgesi olarak kabul edilmektedir.

 

Tufana direnen bu ağaç, bütün ağaçların ilki olarak bilinir ve bazı efsanelerde “hayat ağacı” olarak geçer.

 

Tevrat’ta Hz. Davut’un “ Fakat ben Allah’ın evinde yeşil zeytin ağacı gibiyim” benzetmesi, İncil’de Hz. İsa’nın da sıkça uğradığı ve Mesih dönemine ( beklenilen evrensel barış ve kardeşlik çağı ) ait olduğu düşünülen zeytin ağaçları, Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerde zeytinden övgü ile bahsedilmesi ve “mübarek bir ağaç” tabiri, Âdem’in gömülmeden önce cennet bahçesinden alınıp ağzına konulan tohumlardan yeşeren üç ağaçtan birinin olması, bu kutsal ağacın insanlık tarihindeki önemine ait örneklerden sadece birkaçıdır.  

 

Antik mısır freskleri, Yunanlıların zeytin ağacından Tanrı ve Tanrıça heykelleri yapması, antik dönem sikkelerinde yer alan zeytin dalı, Sezar’ın ve Tutankamon’un zeytin yapraklarıyla örülü tacı, zeytin ağacını kesenlere uygulanan cezalar, zeytin ağaçları altında işlenen felsefe dersleri de, zeytin ağacının kutsallığını ve ona verilen önemi göstermektedir.

 

Yağı ise; beslenme, sağlık, güzellik, kutsanma ve arınma gibi amaçların dışında ışık kaynağı olarak da düşünülmüş, hatta III. Ramses, tapınak aydınlatılmasını sağlamak için, zeytinlikler kurdurmuştur.

Bir Yunan mitolojisinde de Zeus’un, “faydalı bir iş yapan kişiyi şehrin hükümdarı, 

 

Atina’nın koruyucusu seçeceği” ilanından bahsedilir. Deniz Tanrısı Poseidon’un uçsuz bucaksız diyarlara giden atı ve Bilgelik Tanrıçası Athena’nın bereket kaynağı zeytin dalı hediye olarak sunulur. 

 

Athena’nın armağanı olan zeytin dalı hem barışı temsil ettiği hem de yağının beslenmede, aydınlanmada, yaraları tedavide faydalanılan kutsal bir ağacın ürünü olduğundan faydalı bulunmuş; Poseidon’un atı ise görkemine rağmen savaşı çağrıştırdığından faydalı bulunmamıştır. Yarışmayı kazanan Athena’nın ağacı dikilmiş ve şehre de onun adı ( Atina ) verilmiştir. Bunun üzerine Poseidon’un oğlunun bu ağacı kesmeye çalışması ve bu sırada baltanın ters dönerek kafasını kestiği de rivayet edilir.

 

Bunun gibi efsaneler ve kutsal kitaplarda yer alan örnekler; barışı, bilgeliği, bolluğu ve adaleti temsil eden zeytinin ve yağının kullanım amacının ne kadar yaygın olduğunu göstermektedir. Tanrısal erdemlere eşlik ederek, dini törenlerde arınma ve yeniden doğuş hedefinde ise önemli bir araç olarak sayıldığının da ispatıdır. Çünkü zeytin; geçmişin tanığı, geleceğin hayat ağacıdır.

 

Ve şöyle anlatır onu şair Mehmet Başaran:

 

“ Ağaçların bilgesi, zeytindir kuşkusuz…

En çelimsizi bile kendini kabul ettiren bir ağırbaşlılık, bir suskunluk içinde…

Yaşlarını bilen yok.

Roma’nın, Bizans’ın izlerini taşıyor bazıları.

Zamanlar geçmiş, sahipler değişmiş ama onlar kendi ölümsüzlüklerinde…

Ge
ne kendi kendilerinin”.



MEVZUBAHİS VATANSA

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

“İnsan olan vatanını satar mı?

Suyun içip, ekmeğini yediniz.

Dünyada vatandan aziz bir şey var mı?

Beyler bu vatana nasıl kıydınız?”, diyor Nazım Hikmet.

 

Her fırsatta vatanseverlikten ve vatan sevgisinden bahsedildiği halde vatana ve doğaya karşı fütursuzca davranışların muhatabı ya da şahidi durumundayız. Vatanın bir karış toprağı için canını verenlerde ne kadar çok azaldık farkında mısınız?

 

Çevreci eylemlere destek verdik; ama sözle! Üstelik beton yığınlarının arasına sıkışıp, gölgesinde serinleyeceğimiz bir ağaç bulamadığımız halde, fidan dikme faaliyetleri belli sivil toplum kuruluşlarının çabasını aşamadı!

 

Sosyal medyadan çevreci paylaşımlar yaptık; ama piknik alanlarında bıraktığımız çöplerin utanç manzarası vicdan profilimizde yeterli paylaşım almadı!

 

Yeşili, kahverengiye değiştik; altın madenlerinin topraktaki ağır metal kirliliğinde, biyolojik çeşitlilikte, doğada, su kaynaklarında oluşturduğu tahribatı da kazancımıza ( ! )

 

Bayrağımızı astık balkonlara, sokaklara; ama o bayrağın nasıl ve şekilde dalgalandırıldığını idrak edecek bilinçli bir sevgide, karnı aç, ayağı çıplak ecdadımıza mahcup olduk!

 

Her köşesi cennet vatanımın doğal güzellikleri en muhteşem ( ! ) şekliyle seyredilebilsin diye, oteller kondurduk büyük büyük! Zaten o orman yangınlarının çoğu da tesadüftü!

 

İnsanlık yararına araştırmalar yapan ya da ülkemizi her dalda temsil eden kişilikleri ve yaptıklarını tanımakta, taktir etmekte yeterli çoğunluğu sağlayamadık; ama sosyal medyada takipçi kazanmak için her yolu mübah bildik.  

 

Biz bilinçli sevmenin ne olduğunu tam bilemedik ama kendi ülkemize parsel parsel yabancı olduğumuz da bir gerçek! Çünkü özgürce düşünmek, özgürce yazmak, kendi ülkemizde bu ülkenin milleti olarak hakkımız olanı elde edebilmek, eşitlik ile ilgili tereddütlerimiz var. Evet gelenleri koltuk sevdası sıtması tuttu da, sürü psikolojisine ne demeli?

 

Sırf işi diye, temizlik personelleri senin attığın çöpü temizlemek zorunda değil! Doğa ve çevre katledilirken, nasıl olsa küçük bir azınlık bizi de temsilen sesini yükseltiyor diye, sessizce desteklemek zorunda değilsin. Gelir dağılımındaki eşitsizliği, hayat pahalılığını, haksız rekabeti, kendi ülkesinde yabancı olan bu milleti “nasip” tabiri ile bağdaştırıp, her şeyi akışına bırakmak durumunda hiç değiliz!

 

Atatürk, dalının kesilmesini istemediği çınar ağacı için köşkü yürütmüştü; biz de vatan ve nasıl vatansever olunur ile ilgili a
kıl yürütelim yeter…

 

 

 

 



DEVÂMUL- HÂL MİNE’L-MUHÂL  

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

 

İnsan kalbi bazen yaradan sızan şifayı fark edemeyecek kadar aciz bir görünüşe bürünür. Kör bir kuyunun içinde debelenmekten yorgun düşen hastalıklı kalbi, Yaradan’ın hikmetine tevekkül etme gayretinde tembelleşir. Düşünemez, daha ileri gitmek için bazen geri çekilmek gerektiğini; bilemez, şer sandığı şeylerin içine gizlenmiş hayrı…

 

Sonra tasasını ferahlatan bir sözde bulur kendini: “Devâmu'l- Hâl Mine'l- Muhâl”!

 

Yani: “İyi ya da kötü hiçbir hâl, olduğu şekliyle sabit kalmaz, ebediyen sürmez.” demektir. Üstelik bu sözün, bir sabun üzerine de yazılmış olduğu düşünüldüğünde, kullanılan sabunun üzerindeki yazıların zamanla çıkması gibi hiçbir durumun da olduğu şekliyle devam etmeyeceği aşikardır.

Ancak insan bazen İki büklüm olmuş dertlerin belini doğrultmak için, kaçınılmaz bir değişime direnir; ruha ve bedene eziyet etmek gerçeğiyle yüzleşemez. Çünkü geçmez sanılan dertlerde, her şey vaktini ve saatini beklerken, insan ruhunu daraltan tek şey, ihmal edildiği yanılgısıdır. O’nun himayesine sığınmak demek, vesveselere karşı çelik zırh kuşanmak demektir.  

 

Her şey olacağına varıyor. Hiçbir yol düz de ilerlemiyor. Değiştirmeye gücümüzün yetmediği şeyler için beyhude çırpınmak yerine, O’na sığınmak gerek. Ölümlü bir dünyada, insanın ölümsüz olmadığını idrak etmesi gerek!  

 

Ne diyor üstat Necip Fazıl Kısakürek: “Her ağızda, her telde, fânilik dırıltısı. Sonunda tek bir şarkı, tabutun gı
cırtısı.”  




ÇAY KÜLTÜRÜ VE ACEM ÇAY TABAĞI

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı 

Pek çok tiryakisi olan, tadına paha biçilemeyen çay, kültürümüzde kendine önemli ve sağlam bir yer edinmiştir. Çünkü çay, sohbetlere ahbaplık eden sadık bir dosttur. Günün her saatine sağladığı uyum sayesinde, evlerde ve işyerlerinde fokurdayan bir demliğin her daim hizmetkarlığını yapar. Sevgiliyi izleyecek manzaraya açılan kapının da açık bahanesidir…

 

Açık ya da demli içenler, ince belli bardakta ya da fincanda tercih edenler, şekerden kaşığı zor çevirenler ya da kaşığı hemen bardağın yanına bırakanlar derken, aslında her birimiz ayrı bir çay kültürüne sahibiz. Bu kültür içerisinde her ne kadar zevkimizi ve tarzımızı yansıtan birbirinden farklı çay tabakları olsa da hatırımıza en çok eşlik edeni, beyaz zemin üzerine kırmızı ve yaldızlı figürlerin yer aldığıdır.  

 

“Acem Çay Tabağı” olarak adlandırılan bu tabaklar ve üzerinde yer alan figürler, ayrı anlamlar barındırmaktadır. “ Acem” kelimesi; Arapların kullandığı bir tabirdir ve İran’da yaşadığı halde Arap olmayanlar ifade edilmek istenmiştir. Tabaktaki kırmızı figürlerin amacı, çayın demini ve tazeliğini vurgulamaktır. Yedi tane olmasının sebebinin ise, haftanın yedi günü içilebilmesini vurgulamak olduğu düşünülmektedir. Yaldızlı motifler de çayın dem seviyesini en iyi şekilde yansıtmak için seçilmiş ve İran-Anadolu topraklarını ifade eden “Rumi” kelimesi figüre ismini vermiştir. Türk süsleme motifinde yer alan penç (çoklu yapraklı) çiçek figürü de acem çay tabağının ortasında yer alır ve tezhip sanatının örneğini yansıtmaktadır.  

 

Sırların paylaşılmasında ve samimiyetin artmasında sorumluluk üstlenmiş olan çayın insanlar üzerindeki birleştirici ve bütünleştirici yönünü düşünürsek, herkese bend
en çay…






KÜKREMİŞ SEL GİBİYİM

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Memleketim, son günlerde aşırı yağış ile sınanıyor; hemşehrim de tahribatta yüksek doza sebep olan ihmalkarlıklar ile…

 

Aşırı yağış hem sokakları yağmaladı hem de insanların umudunu!

 

Taşan dereler, sular altında kalan bina ve işyerleri, patlayan borular, tıkanan mazgallar derken üstüne bir de kadercilik anlayışı…

 

Bu ne yahu?

 

Sen gerekli önlemleri alma, sonra da “Allah’tan gelen” ya da “Afat” gerekçelerini öne sürerek, kabulleniş algısı empoze etmeye çalış!

 

Olumsuz hava koşullarından ziyade olumsuz zihniyetin hezeyanı kayıplar verdiriyor asıl…

Neredeyse hepimiz, beton yığınlarının arasına sıkıştırılmış hayatlar yaşıyoruz. Kaçımız yağmur yağdığında toprak kokusunu duyabiliyoruz bir düşünün!

 

Dere yatağı yakınındaki yapılar, rant ruhsatçılığı, altyapı sorunları, ıslah edilen ( ! ) yeşil alanlar derken, menfaat kurtarma faaliyetleri döşediniz memleketimin her bir köşesine…

 

Kağıt üstüne dökülecek zarar tespit çalışmalarından çok daha fazla zayiat veriyor bu millet. Baksanıza, bazı bodrum katlar havuzu, birçok sokak da Venedik’i andırır oldu.  

Şimdi insan sormadan edemiyor, sahi doğal mı afet?

 

Sahi, nereye akmal
ı Ordu’nun dereleri?

HAYIRLARA VESİLE BAYRAMLAR

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı 

Önceki bayramlarda yinelenen temennilerden nasibimizi alarak, teslimiyet ve şükre vesile olan bir bayrama daha eriştik!

 

Bayramların kültürümüzdeki, gelenek ve göreneklerimizdeki yerini düşündüğümüzde; insan hem çocukluğuna kısa bir yolculuk yapıyor hem de bu maneviyatın toplum üzerinde değişen-dönüşen yönüne serzenişte bulunmadan edemiyor.  

 

İslam dininin kabul ettiği ve bayram olduğu için kurban kesilen bu kutsal günlerin amacının, insanların yardımlaşmasını, kaynaşmasını sağlayacak yollara başvurarak, imkanlar dahilinde ibadet ve merasimlerin gerçekleştirilmesi olduğu düşünüldüğünde, bayramların birleştirici ve bütünleştirici yönüne ne denli uyum sağlayabildiğimizi sorguluyor insan…

 

Zaman, herkesi ve her şeyi değiştiriyor. Bayramlardaki o kalabalığın bir kısmı hâlâ gelenek ve göreneklerini yaşatmaya çalışırken, büyük bir kısmı da şezlongun altında soğuk içeceğini yudumlamayı tercih ediyor. 

 

Bayramlıklarını giymiş çocukların coşkusu bile karahindibaya benziyor! Mezarlıkların üstü, hayattayken sevdiklerinin kıymetini bilmeyenlerin gözyaşları ile ıslanmış. Dargınların inadı da suya atılan taşın yaydığı halkalar gibi tüm aile bireylerine yayılıyor desem, sanırım abartmış olmam.

Oysaki bayram yahu!

 

O dolup taşan camilerde bayram namazına durmak, şezlonga uzanmaktan daha fazla dinlendirmez mi insanı hiç? Birlikte yapılan kahvaltının yerini, hangi serpme kahvaltı tutar? Arada bir kavga etseler de bir o yana bir bu yana koşturan torunların varlığı, büyüklerin kullandığı kronik ilaçların muadili değil midir? Üstelik, ihtiyaç sahiplerine pay edilen o poşetlerin içinde kurban eti ile birlikte kardeşliğin, yardımlaşma ve dayanışmanın var olduğunu idrak edebilmek, İslam dininin vecibesi değil midir?

 

Evet bugün bayram! Zengine, dünya malına tamah etmekten feragate teşvik eden; ihtiyaç sahibine ise yalnız olmadığını hissettiren günlerden biri…

 

Allah rızasını kazanmak için kestiğiniz kurbanlarınız kabul, bayramınız hayırlara vesile ol
sun inşallah!

 

 

 


Nasihatten Daha Fazlası İle Çocuk Yetiştirmek

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Ben, bir çocuk yetiştirmenin neredeyse bir ülke yönetmek kadar zor olduğuna inananlardanım. 

 

Çocuk büyütmek derken; öyle karnını doyurmak, temizliğini yapmak, çamaşırlarını ütülemek, cebine harçlığını koymak ve bunun gibi sorumlulukların yerine getirilmesinden bahsetmiyorum. 

 

Ailede evlat olan, toplumda birey olan, evlendikten sonra eş, çocuğu olduktan sonra anne-baba olan, Yaradan’ın huzurunda kul olan, yani varlığı devam ettikçe farklı rolleri gerçekleştirecek olanlardan bahsediyorum. Rolünü iyi yapıp alkışlananların ya da yuhalananların üzerinde, yönetmen koltuğundaki ailenin sorumluluğunun ne denli önemli olduğunu tartışmak üzere buradayım.

 

Aile kelimesi üç hece dört harften oluşmasına rağmen, ifade ettiği anlam bakımından çok daha üstün ve kapsamlıdır. Çocuğun karakterinin, ahlakının şekillendiği bu kutsal müessese, aynı zamanda çocuk tarafından model alınan yetişkinlerce doludur. Hani şu, her şeyin doğrusunu söyleyip de, kendi yapmayan yetişkinler var ya, hah ondan! Sonra ortaya ne çıkıyor? Saygı, sevgi, empati, şükür nedir bilmeyen, birlik-beraberlik kavramını sadece ders kitaplarından duymuş, kitap okumayı sevmeyen bir nesil! Ama siz her şeyin en doğrusunu söylemiştiniz değil mi?

 

Çocuklar arasında cinsiyet ayrımı yapan, ilgisini ve olanaklarını bu doğrultuda kullanan ailelerin varlığı da geçmişte kalmadı maalesef, hâlâ hüküm sürüyor. Bazı erkek çocuk ailesinde: “ Göster bakalım amcaya…” ifadesi ile başlayan gurur; bazı kız çocuk ailesinde eğitim hakkı dahi elinden alınıp, yolda yürürken kafasını kaldırdığı anda yediği namussuzluk damgasıyla yerle bir oluyor. Sonra, kadına karşı her istediğini yapmakta kendini özgür sanan erkek, onu bir mal olarak görmekten çekinmeyip, her türlü şiddet uygulamaktan da kaçınmıyor. Mal paylaşımında bile öyle bir “elin adamı” korkusu var ki, sormayın gitsin! Önce sağlık ve her şeyin hayırlısını dilemekte yeterli çoğunluğu sağlayamadıktan sonra, aslında mavi ya da pembe balonlar kimin umurunda!

 

Çocuğun istediği şeyler için emek vermeyi, sabretmeyi öğretmeyen, kendi mücadelesi ile kazandıklarının ne kadar kıymetli olduğunu deneyimleyememiş çocuklar yetiştiren aileler de epey bir fazla. Ailenin, kendi yaşadığı sıkıntılara benzer zorluklarla çocuğun da karşılaşmamasını istemesi elbette çok iyi niyetli bir düşünce ancak, bu kez de bir hedefi olmayan, memnuniyetsiz ve doyumsuz çocuklaryetişmiyor mu? Sonra da neymiş efendim, pişirdiğiniz yemeği bile beğenmemişmiş! Beğenmez tabi… Nasıl olsa her şey önüne seriliyor ve nasıl olsa kimse ona Çanakkale Savaşı’ndaki yemek listesinden bile bahsetmemiş!

Çocukların karar mekanizması olarak kendini tayin edip, bu uğurda 7 / 24 çalışan aileler de var. Onlar görev tanımlarında; fiziksel görünümden tutun da sanatsal ve sportif faaliyetlere kadar, meslek ve eş seçimi de dâhil, neredeyse her şeyin karar vericisinin kendilerinin olduğuna inanırlar. Çünkü her şey ve alınan tüm kararlar onların kontrolü altında olmalıdır. Küçüklüğünde “O yemez” diye başlar, büyüdüğünde “O bilmez” diye devam eder. 

 

Sonrasında ise; kendi kararlarını veremeyen, sürekli başkaları tarafından yönetilmeye mahkûm edilmiş, kanunen siyasi haklarını kullanabilme yaşına ulaştığı halde, bu olgunluğa bile erişememiş bir nesil…

 

Çocuklarına sorumluluk vermeye kıyamayan ve aşırı koruyucu olan aileleri de unutmadım elbette! Odasını siz toplayın, ödevini siz yapın, düştüğünde siz kaldırın… Sizin yaptığınız dağınıklığın bedelini, o çocuğun etrafında olan herkes ödeyedursun şimdi! Elbette aile desteği belirli bir ölçüde çocuğun üzerinde olmalıdır ancak bazen düşmesine de izin verin yahu! Düştüğünde nasıl kalkacağını bile bilmeyen bir Z kuşağı, yalnız kaldığında başının çaresine nasıl bakabilsin…

 

 Çocuğun akademik başarısı için var olan tüm imkânları sağlayıp, sınav sonuçlarındaki başarı diliminin, yaşamın tek amacı olduğuna inanmış ve bu yanılgı etrafında çocuklarını programlamış aileler de var. Başarıya verilen değer elbette tartışmaya kapalı bir konudur ancak bazı değerleri kazandırmak da ihmal edilmeyecek kadar hassastır. Eğer çocuk; eve gelen misafire “hoş geldin” diyemiyorsa, hasta ziyareti ne demek bilmiyorsa, bir toplu taşıma aracında yer vermesi gereken kişilerin varlığını görmekten yoksunsa, kısacası yaşadığı toplumdan ve insan ilişkilerinden habersiz yaşıyorsa, işte orada, sınavda bırakılan boş sorulara hiç de benzemeyen kocaman bir boşluk var demektir.

 

Cebine koyduğu bol harçlıkla vazifesini en iyi şekilde yaptığını düşünen, arkadaş çevresinin ve davranışların sorgulanmadığı, çocuğun da her şeyi dilemekte kendini özgür sandığı aile biçiminin örneklerini de her gün haber sayfalarında şaşkınlık ve öfke ile izliyoruz zaten.

 

Bu ve bunun gibi arttırılabilir örnekler, bir çocuk yetiştirmenin, bir ülke yönetmek kadar zor olduğunu göstermiyor mu? Bazı kişilerin, karşılaştıkları bazı sorunlardan daha az yara alıp, düştükleri yerden daha güçlü kalkabilmelerine rağmen; bazılarının da bir hayli bocalayıp, tahrip gücünün de ötesinde sarsılmasının nedenini düşündünüz mü hiç?

 

“O çocuktur, anlamaz.” safsatası ile büyüttüğünüz çocuklardan; sorumluluklarını bilen, kendine güvenen, duygularını rahatça ifade edebilen bireyler yetişmiyor maalesef…

 

Komşu, yakın akraba çocuklarının başarıları ısıtılıp ısıtılıp önüne konulunca, çocuklar daha başarılı da olmuyor…

 

Ya da: “ Ben senin zamanındayken…” yakınmaları ile başlayan kelimelerde, vermek istediğiniz hiçbir mesaj alıcısına ulaşmıyor…

 

Hepsi özel ve birbirinden çok farklı, ancak her ailenin sorumluluğu hep aynı: çocuk tarafından model alınmış yetişkin olduğunu fark edebilmek ve buna göre davranmak.

 Yani diyeceğim o ki; aranızdaki kuşak farkı, onları anlamak için çaba harcamaya, sevginin-saygının sihirli gücüne kapılmaya, hoşgörünün güzelliğinde buluşmaya ve maneviyatın zenginliğinde yoğrulmaya engel değildir vesselam…



YALNIZLIĞI SEVMEK, AİT OLDUĞU YERİ BULAMAYANLARIN UYDURMASIDIR!

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı 

Hiç bilmediği yerden çıkmış acılarla sınanır insan bazen!  

 

Çözmeye çalışırken zaman kaybeder, heyecanını kaybeder. Sağına soluna bakınıp, benzer bir bocalamanın farklı çözüm yollarında doğru seçeneği arar. Bazen boş bırakır, bazen de yanlışı işaretler.  

 

Bilir aslında; çiçek açmış dalların altından başı önünde geçmek nefsin hezeyanıdır, o ihtişamlı ve heybetli dağlar bile duman onu çepeçevre sardığında kımıldayamaz yerinden. Yine de debelenir habire. Rüyalardaki o uçurumdan düşer gibi çakılır bir boşluğa…

 

Pir Sultan Abdal: “Şu yalan dünyanın sonu hiç imiş, Akşam gelip konan sabah göç imiş!”, sözü ile aslında sıkı sıkıya tembih etmiş ama acizlik başa bela. Uyuşuk bedenlerimiz “keşke” lerin üzerinden basa basa ilerliyor, “Ahh”lara takılıyor! Ne yana dönsek, bir hengamenin uğultusu sağır ediyor kulaklarımızı. Camilerden hep salalar duyuluyor, ardından üç kez: “Helal olsun!”, temennisi.  

 

Zarifoğlu’nun: “Bu fâni âlem için beklentiye giren kalbime de kırgınım!”, sözüne hep bir ağızdan hak veriyoruz ama yine de bildiğimizi okuyoruz. Yeni yerler görüyor, yeni insanlar tanıyor, aşka meyleden gönlümüze ses etmeden, Eros ’un kulaklarını çınlatıyoruz. Hep az gülüyor, çok ağlıyoruz.  

Tüm bunlar olup biterken bir de bakıyoruz ki; zaman en güzel yaşlarımızı çarçur etmiş, ertelediklerimiz yığınla birikmiş. Değiştirebileceğimizi sandığımız şeylere bağışladığımız yıllar, ardında derin kırışıklıklar bırakmış. Onu da aynaya bakınca fark ediyoruz…

 

Daralan ruhumuz yüzünden, hiçbir yere sığamıyoruz. Sanki aynı anda pek çok yerde pek çok kişi olmamız gerekiyorken, biz hiçbir yere ait değilmişiz gibi geliyor. Çünkü insan, ait olmak istiyor! Yalnızlığı sevmek, ait olduğu yeri bulamamışların uydurmasıdır; aceleyle verilmiş bir cevap gibi görünen ama üzerinde düşünecek seçeneklerin bile yer almadığı dayatmadır. Bize düşen; her gün belirli bir metre zıplayarak kuyudan çıkmaya çalışan o kurbağa gibi, kuyunun duvarlarına tutunmayı başarabilmektir belki de…

 

Şimdi hangi kahkahayı nasıl ayaklandırmalı, hangi hüznü canımızı daha az acıtması için nasıl ikna etmeliyiz bilmiyorum ama her duygu biz insanlar için…

 

 

 








  ÜÇ MAYMUN

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Üç maymunu oynamak deyiminden bahsedildiğinde, kimin aklına “ Mizaru, Kikazaru ve İwazaru” gelir bilmem ama neredeyse herkesin zihninde, bazı çıkarlar uğruna kayıtsız kalma durumu ve bilgi sahibi olunan bir konu hakkında görmemek, konuşmamak ve söylememek tavrı canlanır.  

 

Bu maymunlar bazen bir sembol, bazen bir karikatür ya da dekoratif bir biblo olarak karşımıza çıkar. Bir boş vermişlik durumunun; gerçekleri görüp, duymamanın ve bilmemenin, durağan ama belki de en etkili ifade ediliş tarzıdır.  

Maymunların bu konuya nasıl müdahil olduğu ise :“ Mizaru, Kikazaru ve İwazaru” adlarının Japonca karşılığının “görme, duyma, konuşma” ifadelerine karşılık gelmesinden kaynaklanmaktadır.

 

Hindistan’da, Çin’de ve Japonya’da, bu maymunlara dair bazı efsane ve mitlere rastlamak mümkün…

Hintliler bu konuyu, daha önce inandıkları vahşi bir tanrı ile özdeşleştirmişlerdir. Bu inanışa göre şeytanı görüp bilmemek ve ondan uzak durmak, onun zararlarından korunmak için yeterlidir.

 

Çinlilerin bu konuya bakış açısı ise, doğrunun karşısındaki şeylerden uzak durmak şeklindedir.

 

Japon mitolojisinde de, maymunlar önemli bir yere sahip! Eee, hâl böyle olunca, maymun figürünün farklı hikâyeler ile karşımıza çıkmasına da şaşmamak gerek…

 

Bu hikâyelerden birinde; bu maymunlar cennetteki Tanrı’nın lanetine karşı korur ve iyilik, kötülüklerle ilgili rapor tutan ruhun gazabına karşı lanetlenecek davranışların görünmesinin, duyulmasının ve bilinmesinin engellediğinden bahsedilir. 

 

Kötülüğün bulunup, arındırılması ve iyiliğe gerekli yerin açılması üzerine durulur.

 

Diğer bir hikâyede ise; bir dağın karşılıklı yamaçlarında üç yardımcısı ile yaşayan kral maymun ve şeytanın, lanetten korunma ve krallığı ayakta tutma mücadelesi anlatılmaktadır. Bir gün dağın tepesinde şeytanla karşı karşıya gelen üç maymundan biri şeytanı görmemek için gözünü kapatır, diğeri sesini duymamak için kulaklarını kapatır, sonuncusu da bu karşılaşmadan kimseye bahsetmemek için ağzını kapatır. Böylelikle hem krallarını hem de diğer canlıları lanetten korumak için bu şekilde kıpırdamadan kalırlar.  

 

Her ne kadar üç maymun felsefesi ve farklı hikâyeleri, Uzak Doğu mitolojilerine ev sahipliği yapmış olsa da, çevremizde ‘Mizaru, Kikazaru ve İwazaru’nun benzerlerini görmek mümkün! Bu benzerler; şeytanın lanetinden korktukları için mi kıpırdamadan durur, yoksa ucu kendine dokunmayan her türlü yalana, haksızlığa, adaletsizliğe ve saygısızlığa karşı mı gözünü, kulağını, dilini mühürler, epey düşündürücü…

 

ALKIŞ ( CIBBAN ) ÇAVUŞLARI

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı 

Türk-İslam tarihinde devlet görevlilerine atfedilen dua, takdir ve güzel temenni sözlerine alkış deniliyordu. Her ne kadar günümüzde bir tezahürat seremonisi ya da protesto amacı taşıyan el çırpma hareketi olarak değişime uğramış olsa da, her dönem pek rağbet gördüğü muhakkak!

 

Öyle ki; eskiden Osmanlılarda padişah ve diğer önemli devlet görevlilerine tezahürat etmekle görevli “Alkış Çavuşları” varmış. Bu alayın amacı; padişahın arabasının geçeceği yerlerde hazır bulunmak ve merasimlerde, cami çıkışında, bayramlarda, tahta geçmede ya da savaşa giderken coşkulu bir şekilde övgüde bulunmak ve alkışlamakmış.

 

“Devletinle bin yaşa, Yaşın uzun ola, Yolun açık ola, Uğurun hayır ola”, gibi alkışları hünkâr, bu alkış temennisinde bulunan kişilerin rütbelerine göre güzel dilekleri ayakta ya da oturarak kabul edermiş. Sayıları oldukça fazla olan bu kalabalığın, devletin güçten düşmesiyle orantılı olarak alkışı da o gür sesi de ortadan kaybolmuş.

Aslında değişmiş, dönüşmüş, medeniyete uygun bir kılığa bürünmüş( ! )

 

O alkış çavuşlarını; birkaç kişi, küçük gruplar ya da kitleler halinde görmek mümkün. Menfaat odaklı çalışıp, sanki bulundukları ortamın şeklini alırlar. Kendi fikirleri olmayan, bazen de sorgulamadan ve düşünmeden kabul edip, onaylamak daha az masraflı olduğundan alkışa hazır, emsalleriyle benzer örnekler taşıyan cıbban sahipleridir. Satış yapma konusunda oldukça maharetlidirler. Ortak fikir üzerinden yürürler, itiraz etmezler. Alkış sahipleri ile aralarındaki çıkar ilişkisi azalma eğilimi gösterdiğinde, çabucak harcanan kişilerdir. Kısacası; alkışı kendine meslek edinerek geçimini sağlayan ve yeri boş kalmayan insanların yaptığı, kuvvetle muhtemel şuursuz eylemdir.

 

Bunları teşhis etmek zor değil!

 

Hâlâ doğruları savunabilen, onay alma çabasında olmayan, karşı karşıya gelmekten korkmayan ve kendine saygısını yitirmemiş küçük bir insan topluluğu olarak, bu oluşuma karşı her daim teyakkuzda olmamız gerektiği kanaatindeyim vesselam…



 

RAMAZAN GELENEĞİ MAHYALAR

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Üzerinde nasihat verici sözlerin yer aldığı, yaydığı manevi ışık ile kalplerimizi aydınlatan mahyalar, bir Ramazan geleneğidir. Minareler arasına gerilmiş bu mahyalar, bir yandan gökyüzüne en güzel manzarasını serpiştirirken bir yandan da bu manzarada büyülenenleri iyiliğe, güzelliğe davet eder.  

Farsça ve Arapça kelimelerin birleşiminden oluşan bu kelimenin günümüzdeki karşılığı “ aya mahsus” şeklindedir ve ilk ortaya çıkış tarihi bilinmemekle beraber, Osmanlılardan günümüze uzanan yolculuğundan bahsedebiliriz. Şimdilerde her minareden led ışıklarla ihtişamı üzerimize sinen bu mahyalar için o dönemde, önceden kâğıtlara çizimi yapılan sıraya göre kandillerin dizilmesi, asılarak yakılması aşamaları takip ediliyordu. Kimi zaman resimlerin de eşlik ettiği bu gelenek, aynı zamanda çocuklarda da coşku ve sevinç uyandırmak amacı taşıdığından, hem büyük emek gerektiriyor hem de uzun zaman alıyordu. Yani mahyacılık, meşakkatli bir sanattı.

 

Ne diyordu o mahyalarda:

“ Dünya iyilikle değişir.

Müminler kardeştir.

Tebessüm sadakadır.

Oruç arınmaktır

Hayırda yarışınız.” .

 

Çünkü bu mahyalarda yer alan birbirinden güzel nasihatler; toplumsal birlik ve beraberliğin sağlanması, iyiye, doğruya ve güzel olana yönelme yani bedenen ve ruhen bir olgunlaşma için teşviktir. Çünkü Ramazan ayı, sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya öncülük eden, ahlaki yaşantımıza çekidüzen veren, inancımızın Türk kültürüne ait değerlerle harmanlandığı, insanın ruhuna davet veren bir sofradır.

Nimetlerin değerini anlamamız ve onlara şükretmemiz için kutsal bir zaman dilimi olan bu ayda, hep birlikte bu davet sofrasına oturabilmek dileğiyle…

 

 

 

 

 

RAMAZAN VE DEĞERLERİMİZ

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Çocukluğumuzdan beri tanıdığımız bir dostun varlığı gibidir Ramazan ayı. Öyle huzur verici, öyle sabırla beklenen ve öyle özel ki…

 

Ramazan, rahmet sofrasında bizi en rahat yere buyur eden ilahi bir emirdir. Çünkü nefsi terbiye etmenin en güzel hamlelerinden biri olan oruç, bu ayda tutulur. Dilimizle, gözümüzle, kulağımızla aynı niyete saf tutabilmenin derdine düşeriz hepimiz. Aynı zamanda sırasını karıştırmaya yeltenen duygularımızı da hizaya sokar.  

 

Bu ayda, daha da bir ayaklanır halden anlamak! El birliği ile sefaletin üzeri örtülmeye çalışılır. Gönül zenginliğini sessiz sedasız, usulca paylaşanların birbirinden haberi olmaz; çünkü güçlü ve derin bağlara ilmek atabilmenin, çıkarılmış en güzel örneğidir Ramazan ayı.

 

Bakarken huzur bulduğumuz o camiler, bu sene de yine mahyalar ile gelin gibi süslendi ama sanki bu düğünün davetlileri özünden ve geleneklerinden uzaklaşıyor gibi…

 

Zaman ilerledikçe, sadece bedenimiz ve yaşayışımız değil, bazı değerlere olan bağlılığımızda da değişiklikler oldu. Düşünüyorum da; eskiden Ramazan ayında iftar ve teravih arasında daha sessiz olurdu sanki sokaklar. Böyle gösterişli sofralar ve bol çeşit olmazdı da; sade sofralarda, çeşit çeşit misafirler olurdu. Pide kuyruklarında bize zaman kavramını unutturan o sohbet, kâğıdından tuttuğumuz halde elimizi yakan pidenin o sıcağından daha fazla ısıtır gibiydi. Bir de iftar saatine yakın, tekne orucunu tutuyor olmanın haklı gururuyla, elindeki tabakları dökmeden komşulara ulaştıran çocuklar vardı. Sahur vakti hem mutfaktan tıkırtılar ve güzel kokular gelir hem de maniler söyleyen o davulcular, sokakları bir bir dolaşırdı. Ayrıca o davulculara bahşiş vermek için cama çıkan bir sürü mahalle sakinleri vardı.

 

Sanki zaman ilerledikçe, katılımcılar birer birer sakinler grubundan ayrılır oldu!  

 

Ezan okunmadan eve, iftardan sonra teravihe yetişmeye çalışanlar, artık daha az telaşlı gibi!  

Ve sanki eskiden oruç tutabilen de, tutamayan da birbirine daha saygılı, değerlerine ve geleneklerine bağlı insanlar daha fazlaydı…

 

 

 

 

 

 




SEVGİLİLER GÜNÜ PARODİSİ

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Bir “Sevgililer Günü” daha yaklaşmakta ve ben hâlâ Hristiyanlar için kutsallaştırılan bir güne, neden bu kadar anlam yüklediğimizi kavrayabilmiş değilim!

Neymiş efendim, sevgiyi ifade etme günüymüş! Pehh…

 

Ne zamandan beri, bizim birini hangi gün seveceğimizi ve bunu göstereceğimizi Aziz Valentine olayı belirliyor?

Ve ne zamandan beri, o gün alınan hediyenin değeri, gösterilen ilginin şiddeti başımızı döndürmeye başladı?  

 

Valizlere eşyaları sıkıştırıyoruz, gardıroplara kıyafetleri, raflara kitapları…

Daha az yer kaplasın diye yapılan alışkanlıkların arasına özel olan bir şeyleri de sıkıştırıyoruz. Zamana yaymadan, öyle paldır küldür seviyoruz işte…

 

Üstelik hem zamana yaymıyoruz hem de bizim için özel olmayan bir güne epey paha biçiyoruz. Tanışma ya da evlilik yıldönümü değil, ilk buluştuğun gün ya da doğum günü değil, yani değil de değil! Eee, daha ne o zaman? Herhangi bir ayın on üçünün ya da on beşinin farkı ne?  

Kocaman pelüş ayılar, müzik kutuları, kırmızı güller, o romantik buluşmalar, mum ışığında yenen yemekler…

 

Elbette insan, midesinde uçuşan kelebekler ile birlikte kanat çırpmak ve hissettiklerini özelleştirmek ister ama bazen bazı şeyler gerçekten abartılmıyor mu? Ama şimdi sorsan herkes gerçek aşkın, sevginin peşinde! Oysaki onun tüm bu şatafata, o hengâmeye hiç ihtiyacı yok.  

En süslü kelimeler sana baktığında gözlerinde parıldıyor mu, seni ve sana ait olan her şeyi senden öte düşünebiliyor mu, seni olduğun gibi görüp, anlatamadıklarını duyabiliyor mu ondan haber ver! Peki, sen bölüyor musun uykularını gülüşünün bıraktığı sersemliğin etkisiyle ve ona gelebilecek tüm kötülükleri kendin için isteyebiliyor musun? Gözlerinin içi ile sevdiğini söyleyebiliyor musun ya da? Şimdi gel, tüm bunların yerini kocaman bir pelüş ayı ile doldur! Ayyy, ne kadar da sevimli ama değil mi?

 

Yapmayın efendim! Böyle telaşlar ile takdir toplamanın gerçek sevgide hükmü, geçerliliği yok. Birine verdiğin değerin karşılığını hediye, acele yaşanan duyguları da aşk sanmayın.

 

Bazen birilerinin varlığının da hediye olabileceğini düşünün. Bazı şeyleri de kirletmeden bırakın!

Her gün sevmek, sevildiğini bilmek ve gerçek sevgiye layık olabilmek dileğiyle…

 

 

 

 

 

 

 

 

 



AYN-ÜR RIZÂ İLE BAKMAK

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Anlatmak istediklerimize karşılık gelen bazı öyle cümleler vardır ki; onları bulduğumuzda, sanki uzun süre görmediğimiz bir dostumuz ile buluşup, uzun ve tatlı bir sohbet ile hasret gidermiş gibi hissederiz kendimizi! İşte tam da bugün, birbiri ardına sıralanan birçok kelime içerisinden sesi en yüksek çıkan, en iyi hitabet yeteneğine sahip olan o cümlelerden sadece biri ile karşınızdayım:  

 

“Ayn-ür rızâ ile bakmak!”.

 

Bir toplum içerisinde yaşayan insan, etrafındakiler ile sürekli etkileşim halindedir ve farklı şekillerde iletişim kurmaktadır. Alıcı, ağızdan çıkan ile beden dili arasında tutarsızlık hissettiğinde, durumu samimiyetsizlik olarak adlandırır. Yani kullandığımız beden dili ( alıcının bilinçaltında oluşturduğumuz izlenim ), aslında onun kulağına kim olduğumuzu fısıldamaktadır.  

 

Örneğin kimi cüretkâr bakışlar vardır, sanki abanıverir. Kafanı çevirip, yolunu değiştirsen de, bir süre mide bulandırıcı o etki devam eder. Kimi bakışlar vardır, küf kokar; sözlerin aksini bas bas bağırır! Ve kimi öyle bakışlar vardır ki, içinden geldiği gibi davranmanın tüm kapıları açılıverir önünde! Sanki uzun süredir aradığın bir adresin tam da önünde durur vaziyette bulursun kendini…

 

Osmanlıca bir kelime olan “ ayn-ür rızâ” da; “kusur aramadan, muhabbet ile bakan gözler” demek.

 

Evet, müşerref olanların kendini özel, henüz tanışmamış olanların ise eksikliğini hissettiği, “güzel bakmak” denilen bir kavramdan bahsediyorum sizlere. Sevgi dolu gözlerle, içtenlikle, insanca, sohbetle, eksik aramadan…

 

Mevlana diyor ki :“ Kusur bulmak için bakma birine, bulmak için bakarsan bulursun. Kusuru örtmeyi marifet edin kendine, işte o zaman kusursuz olursun”.

Belki de sevgiye giden yollardan biri de, bunu başarmaktan geçiyordur…  

 





SELAM VERDİM, RÜŞVET DEĞİLDİR DİYE ALMADILAR

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir,

Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.”

 

“En uzun geceyi; işi, onu hesaplamak olan müneccime, muvakkite sorma, onlar bilmez. Gecelerin kaç saat olduğunu gama tutulmuş olana sor”, diyor Türk divan şâiri Fuzûlî.

 

Gazellerindeki derinlik ve sadelik, kasidelerindeki söz oyunları ile Türk şiir gelenek ve yapısında önemli bir yer edinmiş olan şâirin gerçek adı: Mehmed bin Süleyman’dır. Fuzûlî’yi ise, kendine mahlas olarak seçmiştir. Kendine seçtiği mahlasların sürekli başkaları tarafından kullanıldığını gören şair, “Fuzûlî” mahlasını kimsenin tercih etmeyeceğini düşünmüş ve şiirlerine olan beğeniye göre “ gereksiz, yersiz, lüzumsuz konuşan” ya da “ faziletli, yüce” anlamlarından uygun olanın tercih edileceğini düşünerek seçmiştir.  

1483-1505 yılları arasında Bağdat çevresinde doğduğu tahmin edilen şair, Oğuzların Bayat Boyu’na ( Kayı’dan sonraki ) bağlıdır ve yaşamını Bağdat, Hilla ( Irak ) çevresinde geçirdiği düşünülmektedir. Arapça, Farsça ve Azerice şiirler yazan şair, dönemin toplumsal olaylarına her zaman duyarlı davranmıştır ve ilah-i aşk, tasavvuf, felsefe, astronomi konularına ağırlık vermiştir. Özellikle Azeri Türkçesi ile yazdığı gazel ve mesneviler, onun adı ile bütünleşmiştir.

 

Fuzûlî, dünyevî zevklerin geçiciliğini savunmuş ve onun ebedi hasreti, ilahı aşk olmuştur. Ustaca kullandığı söz sanatları ve ahenk unsurları ile mânadaki anlamların derinliğine yönelmiş; ancak bunu yaparken de, halkın diline yatkın olmak konusunda gayet başarılı davranmıştır.  

 

Gel gelelim, Fuzûlî’nin en önemli eserlerinden biri olan ve divan edebiyatının ilk mektup örneklerinden olan Şikâyetnâme’nin yazılış amacına…

Fuzûlî’nin, Osmanlı Devletinin ileri gelenlerine yazdığı övgü dolu kasideler çok beğenildiğinde, maaş bağlanmasına karar verilir; ancak Fuzûlî, maaşın miktarının düşürülmesi ve kamu kurumundaki memurların rüşvet imasında bulunması sonrasında içinde bulunduğu hoşnutsuzluğu, Şikâyetnâme adı ile bilinen mektupta şöyle anlatır:

 

“ Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.

Hüküm gösterdim, faydasızdır diye iltifat etmediler.”

 

Bir zamanlar Lirizmi kundaklayarak divan edebiyatına eşsiz eserler kazandırmış olan şair, kendini kibirden uzak tuttuğunu anlatmak istediği için seçtiği mahlası ile birlikte 1556 yılında dünyevi hayatı terk eylemiştir.

 

Gerisi zaten lafügüzaf…

 

İKİSİNDEN BİRİ AMA HANGİSİ

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı 

 Cebimdeki son bozukluk gibiydi çocukluğum... Tek katlı bir köy evinde izlerim durur hâlâ. Büyümek uğrunda harcandı, çarçur oldu. İşte tam da bugün, çocukluğumun naftalin kokusunu havalandırmaya karar verdim.

 

Ben küçükken, “büyüyünce ne olacaksın?” gibi soruları kimse sormazdı bana. Sorulmayan sorularla ilgili de herhangi bir fikrim olamazdı zaten.

 

Uykuya dalmak için koyun saymak falan bilmezdim. Arada bir yanıp sönen eski, uzun floresan lamba vardı. Ona doluşan sinekleri seyrederken uykuya dalmış olurdum.

 

 Yağmur yağıp dindikten sonra yola koşar, çamuru belirli bir kıvama getirir, yağmur sularının önüne baraj yapardım. Dayanıklılık testine tabi tuttuktan sonra da , yoldan araba geçmesin diye dua ederdim.

 

Bazen tavuklar için kaldırabileceğim büyüklükteki taşların altına bakar, bulduğum solucanları onlara verirdim. Bazen de mini mini civcivlere arkalarından dokunur, düşüp de kalkmak için çırpındıklarında Allah’ın beni izlediğini aklıma getirir ve bir daha yapmamak için O’na söz verirdim.

 

 Fındığı patoza verdikten sonra dağ oluşumunu andıran fındık kapçaklarında ustalıkla dehlizler oluşturur, yapım aşamasında çökmeler meydana geldiğinde ise, bir sonraki hasadı beklemek zorunda kalırdım.

 

Çıktığım henüz bir kaç metre uzunluğunda olan harmandaki dut ağacında bir yandan kendimi kimsenin göremeyeceği kadar yüksekte sanır, bir yandan da tam yiyeceğim anda dudağıma değen böcek denk gelmiş bir dutu, olanca hızımla yere tükürürdüm.

 

Bazı akşamlar karanlık çöker çökmez o zamanlar tek katlı tüm gün güneşi içine hapsetmiş olan evimizin damındaki sıcak betona ellerim başımın altında yatar, o uzaklarda yanan ışıklardan ileride benim de içinde olacağım evin ışığının hayalini kurardım.

 

Yaptıklarımın çoğu çocukluktandı. Bazıları da yaramazlıktan... Hayatı sorgulamak çocuklara göre bir iş değildi. Büyüyünce işler değişti senin anlayacağın. Şimdi sen söyle! Büyüyünce mi geçiyordu, yoksa uyuyunca mı?




SABAHIN KÖRÜ MÜ, SABAHIN NURU MU?

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Siz de günü erkenden selamlamayı sevenlerden misiniz bilmem!

 

Kimine göre bu vakit “Sabahın Körü”, kimine göre de “Sabahın Nuru” olarak adlandırılır. Sonrası da buna göre şekillenir aslında…

 

Güne erken başlamayı “Sabahın Körü” olarak gören; ayılıp, kendine gelemez bir türlü. Erken kalkma mecburiyetinin ortadan kalkacağı günü iple çeker. Yol boyunca selam vereceği çoğu kimseyi fark etmediği için “Günaydın” kelimesini daha az kullanır. Uyuşukluğuna çareyi, birkaç dal sigarada arar. Bir süre esner, hatta esnedikçe yaşaran gözleri insana cenaze evlerini anımsatır. İşe gittiğinde de kendinden önce gelenlere içinden söylenir hafiften. Hele bir de kendinden önce gelenler kahvaltısını yapmış, mesai hazırlıklarını tamamlamış ve enerjileri de yerindeyse söylenme şiddeti daha da artar. Bir de o an gelen müşteri ya da yapılacak iş varsa, suratta öyle bir aleni çemkirme hissedilir ki, sormayın gitsin!  

 

Öğle molasına belki açılır…

 

Al sana sendromlu günler!

 

Oysaki erken kalkmayı alışkanlık edinenler ve bu erken vakti “Sabahın Nuru” olarak görenler öyle mi? Günün de bir bereketi yok mu? Bu bereketi bol bol kullanan insana, çarçabuk bitirilmiş gün yavan gelmez mi?

 

Ben, çok uzun zamandır herhangi bir zorunluluğum olmasa bile güne erken başlamayı kendine alışkanlık edinenlerdenim. Ne kadar geç yatmış olursam olayım, bunun bedelini yeni güne ödetmekten imtina ederim hep. Gün ışımadan uyanıp, pencereden dışarıyı seyreder ve sabah ezanını dinlerim. Yeni bir günde nefes alabildiğim, görebildiğim, duyabildiğim ve daha nicesi için şükrederim. O saatlerde ışığı yanan pek az evden birinin içinde yaşıyor olmak, epey özel hissettirir bana kendimi…

 

Kahvemi içmek, saçlarıma istediğim şekli vermek, Türk sanat müziğimi dinlemek gibi zevklerim ve evdeki sayısız sorumluluklarım için yeterince vakit bulabilirim. Sokaktaki manzara ise ayrı güzeldir!  

 

Adım başı kepenk gıcırtısı sesi gelir. Kimi çoktan sabah temizliğini yapmış, kaldırıma kadar sere serpe açılmıştır bile. Topuk sesleri kepenklerden daha baskın olan hanımlara ve takım elbiseli beylere her sokak başında rastlamak mümkün. Fırınlardan gelen sıcak ekmek kokusu, tüm şehri sarmıştır adeta. Şehrin temizliğinden sorumlu abilerimin kaldırımlara döktüğütürküler, en az birkaç kişinin diline dolanmış olmalı. Sokak hayvanları, daha sabahın ilk ışıklarında esnaf lokantalarının önündeki umutlu bekleyiş kuyruğuna çoktan girmişler! Herkesin istifade edebileceği kadar bereketli bir gün, kendini karşılayanlara cömert davranmak konusunda pek eli açık çünkü…

 

Aslında Defalarca ertelenen alarm, “Sabahın Nuru ve Bereketi” için acele edip, durur!  

 

Sen ister beş dakika daha uyu, ister “Sabahın Nuru’nun” gönlünü hoş et!

 

 

 



FATSA İLÇE HALK KÜTÜPHANESİ

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Herkesin kendini güvende ve ait hissettiği bir yer vardır muhakkak!

 

İnsan burada bulunurken, tel örgülerini ve diğer tüm savunma araçlarını dışarıda bırakır. Üstelik kaçıp saklanmak istediğinde kimsenin göremeyeceği pek çok yer vardır burada. Hayatın tüm karmaşasının içeri alınmayacağı da müeyyidelerle desteklenmiştir sanki…

Benim için tüm bu anlattıklarıma karşılık gelen yer, kütüphaneler!

 

Bahçesine adım attığımda dahi, ayrı bir özel hissederim kendimi. Sanki bütün roman karakterlerinin ya da kendi kahramanlarımın ayrı bir dünyası vardır burada ve hemen karışıveririm aralarına!

İlk başta, aksayan ayağı ve çekingenliği ile merdivenleri süpüren Quasimodo görünür. Hemen yanı başımdan hızlı adımlarla saman pazarına gittiğini düşündüğüm Raskolnikov geçer. 

 

Dimitri’nin, Katyuşa’nın eline yüz ruble sıkıştırmasına ben şahit olurum. Az ileride yükselen seslerin hedefi, babası tarafından gemiden indirilen zavallı çocuk Jules Verne’dir. Sağdaki karanlık ve küçük odada, Vincent Van Gogh kardeşi Theo’ya yazdığı mektupta “Tutuklular Çemberi’nden” bahsediyor. Salondaki küçük pencerenin önünden Kafka ve Gregor Samsa dışarıyı seyrediyor. Salonun sonundaki büyük odanın kapısını araladığımda, Vadinin Zambağı Henriette’in Felix’e vasiyetini duyuyor ve hızlı adımlarla üst kata çıkıyorum.  

Daha merdivenlerin sonuna varmadan, hararetli konuşmalar adımlarımı yavaşlatıyor. Sabahattin Ali; Kuyucaklı Yusuf’u, Raif Efendi’yi, Emine’yi, Sırça Köşk’ün üç uyanığını ve nicesini toplamış, telkinde bulunuyor. Yerde bir çıtırtı duyuyorum, Osman Hamdi Bey’in kaplumbağalar ile ( ! ) başı dertte, anlıyorum…

 

Büyük salona geçiyorum. Bir masanın etrafında, ateşli konuşmaları yöneten O’nu görüyorum! Hey hey yine de hey hey…

Mustafa Kemal Atatürk’ün, gözlerindeki mavi ile ilk defa bu kadar net tanışıyorum! “Hoş geldiniz” sesi ile irkiliyorum! Bu ses bana, kahramanlarımı zihnimdeki yerine uğurlama zamanının geldiğini hatırlatıyor.  

Burası, kitapseverlerin kendilerini çok özel hissettiği kütüphanelerden sadece biri: Fatsa İlçe Halk Kütüphanesi! İçeri adım attığınızda “Hoş geldiniz” nezaket cümlesi ile karşılanıp, ayrılırken de en güzel temenniler ile uğurlanıyorsunuz buradan. Belki benim gibi okuduğunuz kitapların kahramanlarını koridorlarında göremezsiniz ama burası sizi yepyeni kahramanlar ile tanıştırıyor. Kendinizi tıpkı evinizdeki gibi oraya ait hissediyorsunuz. Zaten herkütüphanede olan o kitap kokusu insanı büyülüyor. Her yer, görevlilerin gülen yüzleri gibi ışıl ışıl…

 

Özellikle küçük yaş gruplarının okuma alışkanlığı kazanması ve kütüphanelere olan aidiyet duygusunun oluşmasında ihtiyaç duyulan ilgi, itina ve duyarlılığı burada bulmak mümkün…  

 

Zaten herkes bu işi de yapmamalı! Kitaplarla haşır neşir olmaktan imtina eden, onların raflardaki zarafetinden etkilenmeyen, kâğıt ve mürekkep kokusu ile ciğerlerini doldurmayan ve misafirlerini en iyi şekilde ağırlamayan bir ev sahibi de ne bileyim… Olacak iş mi?

 

Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın; çünkü bahsettiğim her şeyi ne kadar sağlam delillere dayandırdığımın apaçık ispatı orada…

 

 


Betona Teslim

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Giderek daha da yabancılaşıyor ve yalnızlaşıyoruz sanki. Gri beton yığınlarının yeşilden, topraktan her geçen gün biraz daha çalmasının tanığı, belki de suç ortağı olarak ömür boyu taksit ödeme garantisi ile gökyüzüne merdiven dayamaya yeltenmiş yüksek yapıların civarında dolanıyoruz. Kapalı otoparklara park ettiğimiz aracımızdan inip, asansörle bilmem kaçıncı kata çıkıp, karşılaşsak da tanımayacağımız komşuların yüzüne kapattığımız kapıların ardına kendimizi, duygularımızı ve ruhumuzu hapsediyoruz. 

Modern hayata nasıl da uyum sağlıyoruz ama…Yeşilden fersah fersah kaçıp, bu beton yığınına saklanmış insanoğlu, ruhsuz ve robotlaşmış adeta. Gölgesinde serinleyebileceği ağaçların yerindeki müteahhitlik harikaları, hazır gıdalar gibi pratik ve göz kamaştırıcı( ! ) . Yüce dağların dumanı bile burada ikamet ediyor sanki. Çoğu bahçesiz olan bu evlerin balkonlarını da kullanım alanına dâhil ediyorlar üstelik. Balkonsuz ev de, ne bileyim! Olacak iş mi? Üstelik envaiçeşit mahalle komşuluğu yok, tanıdık mahalle bakkalı yok, sohbet ederek, bazen de sırayla kapılarının önünü süpüren kadınlar yok, işin çıkınca çocuğunu emanet edebileceğin kimse ve daha nicesi yok. Bunların yerine, bakarken insanın başını döndüren, acayip güvenli ve konforlu; tanımadığın, selamlaşmadığın, kokmuştur diye pişirdiğin yemeği bir tabağa koyup götürmediğin insanların yaşadığı rezidanslar var. Hatta gece uçan kuşların toslayınca öldüğü, tepelerindeki ışıkları yüzünden göç yolunu şaşıran kuşlara musallat olmuş rezidanslar. Al sana konfor!

 

Oysaki ne de güzeldi o bahçesinde ortancaları, kasımpatıları, meyve ağaçları olan müstakil evler… Birkaç katlı, anahtarların kapının üzerinde durduğu aile apartmanları ya da. En tatlı sohbetlerin edildiği, saksıda rengârenk çiçekleri olan, ipe bağlanmış sepetlerin mahalle çocuklarından oyununa ara verebilenine salındığı o balkonlardan kaç tane kaldı şimdi? Herkesin birbirini tanıdığı, selamın, sohbetin esirgenmediği, elindeki boş kapla ziline rahatlıkla basılabilecek kapıların ardında ne kadar azaldık değil mi? Daha sen söylemeden veresiye defterine yazan, hem hiçbir komisyon almadan emlakçılık yapan, hem de senden sonra eve gelecekler için anahtarını gönül rahatlığı ile bıraktığın o bakkal amcalardan kaç tanesi hâlâ hayatta? Ya mahalle aralarında akşama kadar oynayan o çocuklar?  

 

Değişen dünyanın değişime ayak uydurmayı zorlayan şartlarına, kullanılan yüksek teknolojiye, modern alarm ve güvenlik sistemlerine, yapımında alın terini bırakan yüklenici kadroya ve aynasında makyajını tazeleyebileceğin asansörlere elbette diyecek lafım yok ancak, gökyüzüne merdiven dayamak da nedir yahu? Bu kadarı da fazla değil mi? Bulutlar bile bu binaların üstünde sıkışmış gibi durmuyor mu? Mutluluk desen, çoğu kez buralara tırmanıp, insanları sobelemeye üşeniyor! Üstelik buralarda apartman aidatlarını site yöneticileri, ikamet eden ruhların aidatlarını da, kapılarını çalan yalnızlık topluyor resmen.

 

Şimdi tek tük kalmış müstakil evlerin yarattığı boşluktan nefes almaya çalışıyoruz neredeyse! Zigon sehpaların üzerindeki saksıdan yeşili yâd ediyor, ağaçların gölgesindeki esintiyi de klimalarda arıyoruz. Beton yığınlarının ve inşaat çılgınlığının arasında kaybettiğimiz cazibemize bir toplanma alanı gerek şimdi…

 

 



DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı 

MEDENİYET IŞIĞINA ATIF

Neredeyse her öğrenci ve velisi daha önceki yıllarda olduğu gibi bu yıl da, öğretmenlere olan minnet ve vefa borcunu ödeyebilmek adına tatlı bir telaş içerisindeler. Öğretmenlerin yarınlara hazırladığı o öğrenciler, bugün o öğretmenlerin kalplerine dokunabilmek için yarışıyor adeta…

 

Eğitim-öğretim hizmetlerinin iştirakçisi olan öğretmenlerin öğrencilerine, harfler ya da rakamlar ile temel bilgileri aktarmaktan ziyade; onların duygularına, karakterine, duruşuna yani hayatlarına dokunmak konusunda epey maharetli oldukları konusunda hemfikir olduğumuz kanısındayım.

 

Kendisine ve mesleğine atfedilen tanımdan hep daha fazlasıyla tanıdık onları!  

 

Çünkü onlar öğrencilerine sadece yirmi dokuz harfin kendi içindeki anlamlı yakınlığını değil, gerektiğinde boşluğu hissedilen bir yakınları da olduklarını öğretmişlerdir.

 

Dört işlemi anlatırken, aynı zamanda hayatındaki artıları, eksileri, hangi basamakta ne kadar değere sahip olduklarını da fark ettirmeye çalışmışlardır.

 

Müzikte notanın, perde ve süre özelliklerini kavrattıkları gibi, seslerini nerede ve hangi tınıda kullanmaları gerektiğini de mırıldanmışlardır her fırsatta.  

 

Gerektiğinde bir heykeltıraş gibi törpülemişler ve sanki çok çocuklu bir ailenin velisi gibi tüm aile üyelerinin üstün yararına adamışlardır kendilerini.  

Ve mesleklerindeki çalışma süresini doldurmuş olsalar bile yeryüzü şekilleri gibi hayatımızın inişli çıkışlı yollarına ışık tutacak feneri ellerinden hiç bırakmamışlardır.

 

Onları onurlandırmak ve mutlu etmek çabası ile bugün yapılanlar, diğer tüm özel günlerde olduğu gibi tek bir güne sığdırılmamalı!

 

Onlara verilecek en güzel hediye; ailesinin ve milletinin gururu bir vatandaş, varlığının ve sorumluluklarının bilincinde bir birey, eğitimciye saygılı, mesleğinin zorluklarına karşı anlayışlı, gelecek nesillere iyi bir insan yetiştirmek zahmetinde yükü eğitimci ile paylaşmaya istekli veli olmak değil mi?

 

Kâğıt ve kalem ile başlayan aydınlanma yolunun mihenk taşlarının hak ettikleri değeri görmeye, en ücra yerlerde bile görevini ifa ederken bulunduğu yerin sosyal ve kültürel şartlarına uyum sağlama sürecinde desteklenmeye, mitolojik karakterler gibi efsaneler yaratırken kusurlarında anlayışa ihtiyaçları var…

 

Şimdi, eksikliği iyiden iyiye hissedilen bu ihtiyaçları, imkânlarımız doğrultusunda karşılama zamanı!

 

Atatürk’e başöğretmenlik unvanı verilişinin yıl dönümü olan bugünde, başta Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, medeniyet ışığı olan tüm eğitimcilerin gününü kutlarım…

 


Betona Teslim

DERYA DERVİŞOĞLU KÖKEÇ yazdı...

Giderek daha da yabancılaşıyor ve yalnızlaşıyoruz sanki. Gri beton yığınlarının yeşilden, topraktan her geçen gün biraz daha çalmasının tanığı, belki de suç ortağı olarak ömür boyu taksit ödeme garantisi ile gökyüzüne merdiven dayamaya yeltenmiş yüksek yapıların civarında dolanıyoruz. Kapalı otoparklara park ettiğimiz aracımızdan inip, asansörle bilmem kaçıncı kata çıkıp, karşılaşsak da tanımayacağımız komşuların yüzüne kapattığımız kapıların ardına kendimizi, duygularımızı ve ruhumuzu hapsediyoruz. Modern hayata nasıl da uyum sağlıyoruz ama…

 

Yeşilden fersah fersah kaçıp, bu beton yığınına saklanmış insanoğlu, ruhsuz ve robotlaşmış adeta. Gölgesinde serinleyebileceği ağaçların yerindeki müteahhitlik harikaları, hazır gıdalar gibi pratik ve göz kamaştırıcı( ! ) . Yüce dağların dumanı bile burada ikamet ediyor sanki. Çoğu bahçesiz olan bu evlerin balkonlarını da kullanım alanına dâhil ediyorlar üstelik. Balkonsuz ev de, ne bileyim! Olacak iş mi? Üstelik envaiçeşit mahalle komşuluğu yok, tanıdık mahalle bakkalı yok, sohbet ederek, bazen de sırayla kapılarının önünü süpüren kadınlar yok, işin çıkınca çocuğunu emanet edebileceğin kimse ve daha nicesi yok. Bunların yerine, bakarken insanın başını döndüren, acayip güvenli ve konforlu; tanımadığın, selamlaşmadığın, kokmuştur diye pişirdiğin yemeği bir tabağa koyup götürmediğin insanların yaşadığı rezidanslar var. Hatta gece uçan kuşların toslayınca öldüğü, tepelerindeki ışıkları yüzünden göç yolunu şaşıran kuşlara musallat olmuş rezidanslar. Al sana konfor!

 

Oysaki ne de güzeldi o bahçesinde ortancaları, kasımpatıları, meyve ağaçları olan müstakil evler… Birkaç katlı, anahtarların kapının üzerinde durduğu aile apartmanları ya da. En tatlı sohbetlerin edildiği, saksıda rengârenk çiçekleri olan, ipe bağlanmış sepetlerin mahalle çocuklarından oyununa ara verebilenine salındığı o balkonlardan kaç tane kaldı şimdi? Herkesin birbirini tanıdığı, selamın, sohbetin esirgenmediği, elindeki boş kapla ziline rahatlıkla basılabilecek kapıların ardında ne kadar azaldık değil mi? Daha sen söylemeden veresiye defterine yazan, hem hiçbir komisyon almadan emlakçılık yapan, hem de senden sonra eve gelecekler için anahtarını gönül rahatlığı ile bıraktığın o bakkal amcalardan kaç tanesi hâlâ hayatta? Ya mahalle aralarında akşama kadar oynayan o çocuklar? 

 

Değişen dünyanın değişime ayak uydurmayı zorlayan şartlarına, kullanılan yüksek teknolojiye, modern alarm ve güvenlik sistemlerine, yapımında alın terini bırakan yüklenici kadroya ve aynasında makyajını tazeleyebileceğin asansörlere elbette diyecek lafım yok ancak, gökyüzüne merdiven dayamak da nedir yahu? Bu kadarı da fazla değil mi? Bulutlar bile bu binaların üstünde sıkışmış gibi durmuyor mu? Mutluluk desen, çoğu kez buralara tırmanıp, insanları sobelemeye üşeniyor! Üstelik buralarda apartman aidatlarını site yöneticileri, ikamet eden ruhların aidatlarını da, kapılarını çalan yalnızlık topluyor resmen.

 

Şimdi tek tük kalmış müstakil evlerin yarattığı boşluktan nefes almaya çalışıyoruz neredeyse! Zigon sehpaların üzerindeki saksıdan yeşili yâd ediyor, ağaçların gölgesindeki esintiyi de klimalarda arıyoruz. Beton yığınlarının ve inşaat çılgınlığının arasında kaybettiğimiz cazibemize bir toplanma alanı gerek şimdi…

 

 


 

 
  Sitemizi 205552 ziyaretçi (451964 klik) tıkladı copyriht 2009  
 
YOKSULLUĞA VE YOLSUZLUĞA KARŞI ÇEVRECİ HAFTALIK BAĞIMSIZ GAZETE Ulaşım adresi: Kazım Karabekir Cad. Orhan Turnalı iş merkezi No:18/1 ORDU Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol